Dinis Bülekov

Ömür Tektir


Скачать книгу

kapıları biraz yamulmuş, delinmiş, yer yer tahta ya da tenekeyle kaplanmış olduğuna da bakıldığında, onun çok eski ve çok önceleri yapıldığını anlamak mümkün. Ama bu beş katlının diğerlerine göre dikkat çekici bir özelliği var, bina büyük bir avlunun baş köşesinde, dipte, sakin bir yerde.

      Yüksek binalar övünseler bile, muhtemelen, bu kısaya kıskanarak bakıyorlardır. Çünkü o her taraftan irili ufaklı kavaklar, kapı önlerinde leylaklar, kuş kirazları, kuşburnu, kartopu ve pek çok çiçeği olan sarmaşık dalları, oluklar ile kuşatılmış. Evet, karşısında bir akağaçlık arasında tek direkte yalnız fener sapsarı aydınlığını veriyor, ancak bu cimri aydınlık da pek çok yere ulaşamıyor galiba. Ulaşmasın, ona öfkelenmek mümkün mü? Buna rağmen, bahar, yaz geldiğinde bütün gençler akşamları bu kısa binanın etrafındaki kavakların altında. Onları, gündüz yakın civarlardan toplanıp gelen ebeler, dedeler, yaşlılar, çoluk çocuk değiştiriyor. Buraya araba sesi gelmiyor, şu anda gayretlenerek övünen rüzgârın esintisinin de burada gücü tükenerek ibiği düşüyor. Çoğu zaman, belki, yağmur da değmez ya, ama yağmur gökten düşüyor. Genel olarak söylendiğinde, işte böyle sessiz bir yerde bulunan eski, düzenli bina bu; pek göze ilişmez o, ama orada yaşayan kişilerden ağzından dairesini kötüleyen, yakınan bir kişiyle bile karşılaşmazsın. Halk dilinde onun kendisi gibi sade bir ismi de var: “Şakmakyurt (Kare bina)”. Genelde de şöyle konuşmaları işitmek mümkün.

      – Arkadaş, merhaba, nerede yaşıyorsunuz siz?

      – Nerede demek de ne, haydi, gir, çay içip çıkarsın, şu bizim kare binada işte.

      Arkadaş diyen orada çay içmek için içeri girmeye hemen razı olur.

      – E, e kare binada mı yani? – deyip gözlerini açıyor. – Biliyorum kare binayı nasıl bilmem.

      Niye “kare bina” diyorlar ki? Öncelikle o, panelden yapılmış, kendiliğinden karelere bölünmüş. İkinci olarak da, hangi sebeptense, o kareler farklı renklere boyanmış; kahverengi, sarı, yeşil veya başkalarına. Boyaların renkleri de solmuş artık ama halk, diline bir dolayınca unutulmuyor. Kare bina, bu şekilde, altmışlı yıllarda yapılan ilk panel binalardan birisi, hatıra gibi, duruyor. Onu bu günlerde sadece görmeye gelenler de çok oldu, ama onu tamamen ilim adamlarına tahsis edince, orada yaşayanlar hakkında çeşitli dedikodular çıkmış. Güya, zenginlerin binası oldu bu diye, ancak ömür geçiyor kare bina da eskidi, binaların da çok iyileri yapıldı, e fikir değişmedi. Kare binada şu anda ilim akademisinden birkaç aile kalmış olmalı.

      Daha yeni dinen azgın rüzgâr birden akağaç kıvrımlarının küpelerini yoldu, kavakların yeni çıkmaya başlayan yassı, taze yapraklarını kopartmaya çalışıp çatır çutur ettirdi ama onlar genç olduklarından yenilmedi. Yeryüzüne, rüzgârın ardından, tek tek saçılan damlalar serpildi…

      O anda, sonunda, akağaçların arasından iki kişinin boyu peyda oldu. Gökyüzünü yararak parlayan şimşeğin aydınlığında bunlardan birinin beyaz bluz, siyah etek giyen bir kız, diğerinin kızcağızdan biraz daha uzun bir delikanlı olduğu açık bir şekilde göründü. Onlar kare binanın önce giriş kapısı tarafına doğru yöneldiler ve ayrılmadan tekrar durdular. Rüzgâra, yağmura bile itibar etmiyorlar yahu. Gençken, âşıkken böyle işte, birbirinden başkasını görmüyorsun. Bu ikisi de ellerini ellerinden ayırmadan sadece birbirlerine narin bir şekilde bakıp durdular, ondan sonra dayanamadılar, birbirlerine sarıldılar. Rüzgâr yukarıda sertleşiyor, Akağaçların demet demet salkımlarını eğiyor. İşte bir an onların, gençlerin dikildiği civarı ayırarak geçti, fener ışığı hızlıca delikanlıyla kızın yüzlerini aydınlattı. Bu arada da kızın en fazla on sekiz – yirmi yaşlarında olduğunun, gecenin parlaklığını kendinde saklayan kuş kirazı gözlü, çizilmiş incecik kaşlı, genel olarak, çok sevimli, yuvarlak yüzlü, çok zarifçe kısaltılmış sık saçlı olduğunun fark edilmesine izin verdi. Yiğit, tam tersine, geniş yüzlü, kalın kaşlı ve burnunun altında çizilip giden siyah bıyıklı biriydi. O da en fazla yirmi bir – yirmi iki yaşlarındadır, çok geçmedi, fener sallandı ve onların etrafı yeniden karanlığa gömüldü.

      – İlğuca, ben seni özleyeceğim, – diyen kızın sıcak fısıltısı duyuldu gecenin yüzünde. Diğeri donuk, kalın bir sesle sakinleştirmeye gayret etti.

      – Ben cumartesi geleceğim tamam mı, bekle! Benim Gülşan’ım!… deyip heyecanlandı.

      – İlğuca’m!– dedi diğeri.

      – E, sen benim Gülşan’ımsın! Benim gülüm, senin adın bir tane… bütün dünyada bir tane!

      – Bir tane değildir. Biliyor musun, annem söylüyor, adın diyor kızım, gül bahçesini anlatıyor, diyor. Kızım bir tane olunca, haydi, bütün çiçeklerin bütün güzel özellikleri de benim kızıma geçsin diye düşündüm diyor.

      – Güzel ad, Gül-şa-an! Gerçekten de senin adın güzel, tek, Gülşan!

      – E… ya kendim? – Kızcağız sırlı bir şekilde kendi kendine güldü galiba, avcuyla delikanlının ağzını kapattı. Diğeri sabredemedi:

      – Sen şey… – ne söyleyeceğini bilemeyip şaşırınca, birden hayallere daldı. – daha da tek. Evet, tek, sadece bir tane benim Gülşan’ım. İster misin, şimdi bu fırtınada bağırayım?

      – E, ne diyerek?

      – Ben Gülşan’ı seviyorum diyerek.

      – Nasıl?

      – İşte böyle… – İlğuca birden kızı kendine çekti, bağrına yaslayıp sımsıkı kucakladı ve gecenin aydınlığında uzun uzun Gülşan’ın gözlerine baktı. Ondan sonra da öpmek için kızın dudaklarına yöneldi. Ama o anda çalıların arasında bir çıtırtı duyulur gibi oldu. Delikanlıyla kız irkildi, bu, gerçekten de boşuna değildi, birden kapılar açılıp kapandı ve sokağa beyaz gecelikli bir kadın geldi.

      – Kuruyasıca, bin bir zahmetle yıkamıştım, kökü kazınasıca! – diyerek o, yumruğunu göğe salladı, topuğuna kadar uzanan geniş bir gecelik giyen, hâlâ uykusundan uyanamamış, eşinin gelmesini beklerken de her zamanki gibi göğüslerini bir sağa bir sola sallaya sallaya, bir elinde naylon bir tas tutarak delikanlıyla kıza neredeyse dokunacak gibi, hızlıca geçip gitti.

      – Niye aptallaştın kaldın, haydi girsene, – diyen sert sesi yankılandı ardından. Ama erkek olan düzgün yürümedi, omuzlarını öne eğerek olduğu yerde kaldı.

      Geniş gövdeli akağaç ardına gizlenen Gülşan, İlğuca’nın kulağına uzandı:

      – Bizim komşuların görmemeleri daha iyi… – dedi. Ondan sonra yine ekledi. – Seğize Abla’ya yemek verme, tek dedikodu yapmasını söyle.

      Çok geçmedi, büyük bir tas tutarak kadın geri döndü. Olduğu yerde kalan kocasını görüp, acımadan kenara itti.

      – Git, rezil, seni götürmek neye yarar…

      Kocası uyandı, sonra, şaka yaptı.

      – Belki, şeydir, karım gençliğimi aklıma getirmiştir, hi-hi!..

      – Sana öyle gelmiştir. Git, en azından, çamaşır iplerini al eve götür. Yarına kadar ya kalır ya kaybolur. Buradaki serseriler…

      – Niye durmasın, sığır boynuzuna mı takılmış yani! Rüzgâr esince kadının eteği havalandı ve sallanıp duran fener ışığında onun çırılçıplak, geniş baldırları kocasının gözüne takıldı. O, arka tarafa geçip koltuk altından tutmayı bırakıp birden kadının yumuşak yerinden tuttu.

      – Haydi, karıcığım gidelim.

      – Diğeri