Dinis Bülekov

Ömür Tektir


Скачать книгу

kimseyi geçirmez. Şimdi de tam böyle oldu. Odanın kapısını yarı açıp onun çıkmasını bekleyen Roza, o görününce içi eriyerek gülümsedi.

      – Geyniyar Geynulloviç, size Arınbasarov gelmişti, – dedi. Zarif yüzlü, boyu posu güzel, gerektiği zaman sert de olabilen Roza, böyle anlarda yarım adım içeriye yürür ve arkasından kapıyı kapatır, ondan sonra daha kısık bir sese geçip konuya devam eder. – Onu, anladığım kadarıyla, telgraf çekip çağırtmışlar. Keyfi yok. – Böyle anlarda yan tarafı ile kapıya dayanır, sanki, birisi gelip açacak; kesinlikle, bu yarı ciddi yarı güvenilir tonu başhekimin beğendiğini iyi biliyor kız, bunun için, çok sadık bir köpek gibi, günler boyunca siyah suni deri ile kaplanan, iki parçadan oluşan yüksek kapıları göz bebeği gibi koruyor. Onun hakkında hastanede şöyle bir haber dolaşıyor. “Kaznabayev’in kara kapılarını alıp git, o zaman Roza da onlara takılıp gidecek.”

      Şu anda, başhekim, sekreterinin yüzünü, üstünü başını detaylı olarak gözden geçirdi ve onun güzelliğine, özenine denilecek bir laf olmadığına inandığından (e, bunu kızın kendisi de fark ediyor), yumuşak bir sesle sordu.

      – Akıllım, e… profesör Arınbasarov’un Moskova’da sempozyumda olması gerekmiyor muydu? Çok gitmek istediği için göndermiştim galiba, yanılmıyorsam…

      – Evet, Geyniyar Geynulloviç. Onun daha bir haftalık izni vardı. Ama… dönmüş.

      – Tuhaf, akıllım, tuhaf… Çok tuhaf… – O aklından bir şeyler hesapladı ama, o hesapladıkları ucu ucuna denk gelmeyince, sanki, suratı asıldı.

      – Keyfi yok diyorsun, ha?

      – Evet, yok, – Roza bu kez kapıya daha sağlam yaslandı. Bir telgraf çıkarıp gösteriyor, çıkarıp gösteriyor, ama okumak için de vermiyor. Niye, ben olmayınca dünya mı yıkılıyor, diyor, bir uçtan bir uca yürüyor. İznimi böldürüp çağırtmasaydınız, diyor. Sizi… – Bu anda Roza önemli bir haber verdiğini anlayıp sustu, ince sarı kaşlarını çattı, böyle özenli, zarifçe arkaya toplanmış altın sarısı saçlarını, beyaz, nefis yumuşak parmak uçları ile düzeltti ve büyük mavi gözlerini pencereye çevirdi. Biraz yanlışlık yaptı. Bunun için de hayıflandı. Artık geç. Öfkelenirse ya da onun bir şeyini beğenmezse, Geyniyar Geynulloviç ona “akıllım”ı eklemeden seslenecek. Klinikte Roza’yı herkes adıyla değil de, işte bu başhekimin taktığı “akıllım” lakabıyla dolaştırıyor. Bunu kız kendisi de duyuyor, ama kızmıyor. Hem de kim, Kaznabayev’in kendisi, böyle adlandırınca kötü değil tabi.

      Şimdi başhekim masanın ardında düşündü, düşündü ve başındaki kalpağını çıkarıp attı. Bembeyaz önlüğün üstünde kapkara saç, Roza’ya bu ilginç geldi.

      – Keyfi yok diyorsun yani?

      Biraz önceki hatasını nasıl düzelteceğini bilmeyen sekreter durumu biraz yumuşatmak istedi.

      – Geyniyar Geynulloviç, o kadar da değil… Uçak kalkmamış, Ufa’da gök gürültülü yağmur yağdığından, havaalanı kapalıymış. Yeni dönmüş. Uyumadan yani.

      – E, niye uyumadan dolaşıyormuş ki?

      Roza başhekime ne cevap vereceğini bilemedi, böyle anlarda kullanılabilecek bir çare aklına getirip:

      – Onu sormadım ki, Geyniyar Geynulloviç, – diyerek başhekimin gözlerine dolu dolu bakarak gülümsedi; dik, yuvarlak göğüslerinin daha da güzel görünmesi için yan durdu. Bunu kendince değerlendiren Kaznabayev:

      – E… benim hakkımda ne diyor ki? – diye sordu ve sekreterinden memnun, elini salladı: Tamam, akıllım, işi varsa, şimdi gidip yapsın, benim biraz işim çıktı. Daha sonra kabul ederim.

      – Öyle söylerim, Geyniyar Geynulloviç! – Roza’nın içi rahatladı. – Başka emirleriniz var mı?

      – E…evet, çok, çok… Diğer toplantı ne zaman olacak?

      – Gündüz üç olarak belirlenmiş.

      – Üçte, üçte… İyi. Öyleyse akıllım, sen bana on beş dakika sonra STK Başkanı Yamanharov’u çağırtırsın. Üçte demek. Akıllım, Parti Komitesi sekreteri ile Sendika Komitesi Başkanı da yerinde olsun. Küçük bir görüşme yapabiliriz. Tamam, akıllım!…

      Roza, bir yerden çıkardığı küçük bir bloknota başhekimin söylediklerinin hepsini yazdı ve kara kapıyı bağrına basıp kucaklıyor gibi değer vererek açıp, sessizce çıkıp gitti.

      Bugünlerde, cumhuriyette, Yüksek Şûra’ya, halk milletvekilliğine aday gösterme kampanyası başlatıldı. Büyük her topluluk bir kişi gösterebilir. Bugün saat üçte bu toplantının yapılacağını iyi biliyor Kaznabayev. Sadece bilmiyor, kendisi saatini de söylettirdi. Bu toplantıda kendini aday olarak göstertmekti niyeti. Elbette, her seçim bölgesinde de bu kolay olmayacak. Her biri için de alternatif adaylar var. Yeni, zamana göre seçim böyle galiba. Daha önce, mesela, o iyi zamanlarda, bütün iktidarı ülke komitesi kendisi paylaştırıyordu. Kaç kez ümitle bekledi Kaznabayev, olmadı. Hep onu atladılar. Bakanların göğsüne taktılar, o kudretli küçük bayrağı, ülke komitesinin bölüm müdürlerine, birinci sekreterlerin hepsine paylaştırdılar… Aralarında göstermelik olsa da – belki bir hesap için gerekmiştir – öncü olarak kabul edilen işçilere verdiler. Yüksek Şûra’ya hiçbir faydası olmayan, hatta onun anlamını bilmeyen pancar yetiştirenlere, sağıcılara kadar bu mevkiye sahip oldular. Elbette hepsi değil. Onların içinde “birinci”nin beğendikleri. Bir şey yapmadan, tek kelime bile konuşmadan, el kaldırıp toplantılardan dönen o kişiler neye gerek ki? Ortalama bir şekilde çalışanları da milletvekilliğine geçince, toplu güçle lider oldular. Kaznabayev biliyor milletvekillerinin nasıl davrandıklarını. Böyle bir bakana gittiği bir günde gördüklerini hiç unutmuyor. Kabul odası insanlarla dolu. Herkes sırasını bekliyor. Kaznabayev de sıraya yazıldı. Öğleye kadar girebilirse iyi. Dahası, ilçelerden, şehirlerden gelenler de çok; herkes kendi sıkıntısını söylemeyi, işini halletmeyi hayal ediyor. Onlarla aynı yerde cumhuriyetin tek büyük hastanesinin biricik başhekimi de bekliyor. İş mi yani bu? Bir saat geçti, iki… Giremiyor, sıra gelmiyor. Bu beklediği sürede iki üç kişi, onların kim olduğunu Kaznabayev anladı, doğrudan girip, işlerini halledip çıkıp gittiler. E, nasıl davranıyor onlar! Gülümseyerek gelip giriyorlar kabul odasına. Elindeki dosyayı bir o tarafa bir bu tarafa geçirip tutarak, nezaketle, herkesle gülümseyerek selamlaşıyor. Göğsündeki rozeti herkes görünce, sabırsızlık göstererek sekretere sesleniyor:

      – Yerinde mi?

      Yerinde elbette. Ondan sonra o, ağabeyinin evine misafirliğe çağrılmış sanki, göğsünü gererek geçip gidiyor. Hiç kimse bir şey söyleyemiyor… İşte böyle aşağılandığı anlar çok oldu Kaznabayev’in. E, o profesör başıyla duruyor kapının önünde…

      Geyniyar Geynulloviç bu ana kadar halk milletvekillerinin Şehir Sovyeti milletvekili oldu. Ama şimdi imkân oluşunca, niye kendisini Yüksek Şûra’ya aday göstertmesin ki? Zamanın şu anda kendine göre olan kuralları da iyi: Kim isterse o kendisini göstertir. Demokrasi…

      Kaznabayev hayallere dalıp, pencerenin önünde dikildi. Bilim bakımından şimdi o hiçbir şey yapamaz. Geçmişteki tezler rüyasına girdiğinde de, soğuk terlere batıp uyanıyor o. Zahmetini çok çekti o. Ne yapsın, Kaznabayev yönetici olarak doğmuş. Onun yeteneği de bu. E, işte bu makama yükselmek için çok kan dökmesi gerek; şimdi ileride olacakları kim biliyor… İşte, ilimle onun elinin altındaki Arınbasarovlar uğraşsın. O mikrocerrahi diyor, ağzında tükürük kalmıyor, tartışıp sempozyuma da gitti. O, enstitüde konferanslar veriyor, o gece gündüz ameliyat yapıyor, ayrıca, sesleri kısılana dek konuşuyor, üstelik