Cengiz Aytmatov

Şafak Sancısı


Скачать книгу

mi olur?

      Epikliğe ve romantiğe karşı millî meylimiz bir tarafa, menkibelerimiz bile inandırıcı, özlü ifadelerle anlatılır. Burada belirtilmesi gereken bir şey daha var, o da romantizm kalıbına sığdıramayacağımız, dediğim dedik şahsiyetler hakkında anlatılanlar. Öylelerinden bizzat gördüklerim, Rayhan Şükürbekov ile Midin Alibayev idi. Bavırcan Momışulı ise müstesna bir şahsiyettir.

      Şahanov: Elbette öyle. Momışulı ender bulunan insanlardandır. Kendisi ne kadar “Askeriyede de, yazarlık hayatımda da albay olarak kaldım” diye tevazu gösterse de bence eski SSCB’de Bavırcan Momışulı gibi hem mutlu, hem trajik hayat sürenler parmakla sayılacak kadar azdır. Bavırcan hakkında, yazar Azilhan Nurşayıhov’un “Hakikat ve Efsane” adlı güzel bir kitabı da var. İşte o eserde Vatan Savaşı (Rus-Alman Savaşı kastediliyor) sırasında cesareti ve dehası dillere destan olan B. Momışulı’nın üç defa SSCB Kahramanı [(SSCB’de en yüksek unvan (Ç.N.)] derecesine aday olduğu, fakat bir kere dahi bu unvanın ona verilmediği, Askerî Akademiden mezun olduktan sonra generallere hocalık yaptığı, ama yine de Albaylıktan yüksek rütbeye geçirilmemesi ile ilgili çok ilginç olaylar anlatılıyor.

      Sizin yazar arkadaşlarınızdan Tahavi Ahtanov’un, Bauken’in defin merasiminde söylediği, “O, standart devirde standartsız yaşadı” ifadesi,bugün halk arasında çok kullanılan bir tabirdir.

      Bavırcan, gerçekten de Sovyet sisteminin standart kalıbına sığmayan, kendi zevkine göre yaşayan birisidir. Hakikati dobra dobra söylemesi ve aşırı cesareti onu rütbeden, makamdan alıkoydu.

      Barış zamanı şöyle dursun, savaş esnasında bile haksızlıklar çok olmuştur. Komutanlığındaki askerlerle 272 defa savaş meydanına girerek, hepsinde galip olan B. Momışulı’nın vatan uğrunda verdiği bu emeğin, vatan savaşı tarihinin en parlak zaferleri olduğu bir gerçektir. Hatta bazı yabancı ülkelerin askeri okullarında B. Momışulı tekniği ve tecrübesinin ayrı bir ders olarak konulması çok şey ifade ediyor.

      Aytmatov: A. Bek’in meşhur Volokolam Şosesi adlı kitabını okumuş ve Bavırcan’ı sevmiştim. Bavırcan, cesareti ve kahramanlığıyla bir kaç neslin medar-ı iftiharı oldu. Ben, onun gibi kahramanın bizimle aynı devri paylaştığını düşündükçe hayrete kapılıyordum. Çünkü öylelerini ancak masallarda kalmış gibi düşünüyordum.

      Aradan yıllar geçince, Lenin Ödülünü aldığımda Bavırcan’ın bana telgraf çekerek tebrik edeceğini, Moskova’da, Almatı’da defalarca görüşüp muhabbet edeceğimizi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Bir gün Arbat’ta karşılaştığımda kahraman büyüğümüz bana;

      – “Cengiz, benim hakkımda halk arasında 120 vagon dedikodu dolaşıyor. Onlardan bir vagonu gerçektir, kalan 119’u yalan. Fidel Kastro’nun özel misafiri olarak Küba’ya gittiğimde gencecik esmer güzeli bir kız yanıma gelerek,

      “Sayın Albayım, sizin hakkınızda çok okudum. Çocukluğumdan beri size aşığım. İsterseniz karınız olayım. Beni beraberinizde götürür müsünüz?” dedi.

      Şaşırdım doğrusu. Ama kız oralı olmadı, nazlanarak yaklaştı bana. Ben de dedim ki:

      “Güzel kız, Kazaklarda “Kız iken her şey güzeldir, kötü kadın nereden çıkar?” diye bir söz vardır. Dolayısıyla sen benim huyumu suyumu bilmediğin için böyle konuşuyorsun. Bilseydin bunları söylemezdin…”

      O zaman “Beni al” diye kendisi isteyen kızcağızı nikahlayıp getirseymişim, benim hakkımdaki dedikodu miktarı 200 vagonu da aşardı…

      Bayağı bir gülmüştük.

      Şahanov: Bavırcan’ın Şımkent’e bir seferini hatırlıyorum. O zamanlar ülke genelinde yayın yapan “Lenincil Jas” (Lenincil Genç) gazetesinin Şımkent vilayeti sorumlu muhabiri idim. En ufak bir yeniliği kaçırmayan, canla başla kendini işine adayan, 22-23 yaşlarında bir gençtim. Bir gün gazetenin editörü, sizin kardeşiniz Şerhan Murtaza telefon açtı.

      – “Bavırcan Momışulı Sarıağaç sanatoryumunda dinlenmek için yola çıkacak. Yarın Şımkent’te trenden inecek. Valiliktekilere haber ver, ıssız bir yere gitmiş gibi olmasın. Karşılamaya bizzat sen de git, gerekenleri yapın” dedi.

      Ben hemen bu önemli haberi vilayet Parti Komitesi Başkanı Süleyman Zadin’e telefonla bildirdim. Süken bunu duyunca biraz sessiz kaldı, neden sonra;

      – “Muhtar,” dedi bana.

      – “Kahraman Ağamız geçen sene kalabalığın içinde bana kızmıştı. Ben karşılamaya gitmeyeyim. “Acil işleri vardı, bir ilçeye gitti,” dersin. Ama konuştuklarımız aramızda kalsın. Valiliğin arabasını veriyorum. Bir de şehirdeki Bavırcan’ın okuduğu Sıpatayev okulu müdürüne telefon aç, benim selamımı söyle. Öğrenciler çiçek demetleri ile istasyona gitsinler. Gerisini de sen halledersin” dedi.

      Beklenmedik bir anda büyük bir sorumluluk aldığımdan dolayı ben heyecanlanmaya başladım. Küçük bir anormallik hissederse hiç bir şeyden çekinmeden karşısındakinin yüzüne vuran kahraman Bavırcan’ın huyu, herkesin malumuydu. Hatta meşhur yazar Aleksandır Bek’e bile Volokolam Şosesi’ni yazacağı zaman “Tek kelime uyduracak olursan parmağını kesirim!” diyen Bavırcan’dan herkesin çekindiği de bir gerçekti.

      Zafer Bayramı arefesinde bir muhabire Bavırcan ile röportaj yapması söylendiğinde, “Bavırcan’a göndereceğinize kafesteki aslanın sırtını okşamaya göndermeniz daha kolaydır benim için. N’olursunuz başkası gitsin, ben bu işin altından kalkamayacağım” deyip gazete müdürüne adeta yalvardığına da şahit olmuştum.

      Halk arasında çok anlatılan bir hikâyeyi de nakledeyim:

      O zamanlar yazarların diğer meslek sahiplerine kıyasla maddi durumları iyi sayılırdı. Orta halli bir yazar bile, iki yılda bir basılan kitabı için aldığı telif hakkına bir araba satın alabilirdi. Hükümetin onlara tanıdığı bazı haklar da cabası. Bavırcan’ın da arabası vardı. Ama pek kullanmıyormuş. “Bavırcan bir yere gideceği zaman, Almatı vilayet Parti Komitesi Başkanı olan ve edebiyat ve kültür sahasında hizmet edenleri ayrıca destekleyen Asanbay Askarov’a telefon açar, ondan araba ister, onunla gidip gelirmiş,” diye duyardık.

      Her sene komşu ülkelerden araba satın almak isteyenler -bu detayları bildikleri için- yazarlar kuruluna gelirlerdi.

      Aslında bu pazarlamacılar, “nasıl olsa yazar milleti hesap-kitaptan pek anlamıyor, dolayısıyla arabalarını ucuza verir, süsleyip tekrar pahalıya satar; kolayından para kazanırız” diye düşünürlerdi.

      Bu işe kendini adayan hilekarlardan biri birgün Yazarlar Kuruluna gelerek, oradakileri rahatsız eder. Ondan kurtulmak için yazarlardan birisi der ki: “Ben Bavırcan’ın arabasını satacağını duydum. Gidip bir konuşun. Nabzını yoklayabilirseniz -kendisi çok cömert birisi- bedavaya da alırsınız belki.”

      Bavırcan bu sırada kahvaltısını yapmış, gazetelere bakıyormuş. Kapının zili çalmış, iki tüccar içeriye girmiş. Millî geleneklere bağlılığıyla da tanınmış misafirperver Bavırcan, gelenek gereği gelenleri başköşeye oturttuktan sonra;

      – “Hatun, yemek hazırla,” diye mutfağa seslenmiş.

      Gelen misafirler esas maksatlarını belirtmek için mırıldanmaya başladığında, Kahraman Bavırcan:

      – “Susunuz!”

      “Kazak geleneğine göre gelen misafir, nasibi olan yemeği yiyip bitirene kadar niçin geldiğini açıklamaz,” demiş, emreder bir tonda.

      Çay, arkasından da kocaman bir tabakla beşparmak