Cemile Kınacı

Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik


Скачать книгу

her ulusun kendi kaderini tayin hakkını da tanıdıklarını dile getiriyordu (Lenin 1979: 21). Yine 1913 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ortak yaz konferansında alınan kararlardan biri şöyleydi:

      Sömürüye, kâr elde etmeye ve didişmeye dayalı olan kapitalist toplumda herhangi bir biçimde ulusal barış, ancak, bütün ulusal topluluklarla dillerin tam eşitliğini güvence altına alan, resmî zorunlu bir dil tanımayan, halka bütün yerli dillerle öğretim yapacak okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir ulusal topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırılmasını önleyici maddeleri kapsayan, A’sından Z’sine demokratik, cumhuriyetçi bir hükümet sistemiyle sağlanabilir. Bu, özellikle, geniş bir bölgesel özerkliği ve tam demokratik özyönetimi gerektirir. Özyönetime sahip özerk bölgelerin sınırlarını, o bölgelerde oturanlar, kendi iktisadî ve toplumsal koşulları, nüfusun ulusal yapısı,vb., çerçevesinde, kendileri belirlemelidirler. (Lenin 1979: 109)

      1917 Rus devrimini hazırlayan süreçte, milletler hapishanesi olan Çarlık idaresine karşı eşitler ülkesi olan bir Sovyetler Birliği zihinlerde filizlenmeye başlamıştı. Sosyal Demokrat Parti her fırsatta Çarlık monarşisi tarafından ezilen halklara kendi kaderini tayin hakkı tanıyor, halkların ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkını destekliyordu. 1914 yılında yayımlanan Ulusal Eşitlik Tasarısı’nda “Rusya’da oturan, her türlü ulusal topluluğun yurttaşları, yasalar önünde eşittir.” (Lenin 1979: 163); Rusya’da yaşayan hiçbir yurttaş, cinsiyeti, dini ne olursa olsun, kökeni veya ulusuna bakılarak siyasal ya da herhangi bir hakkından yoksun bırakılamaz deniyordu (Lenin 1979: 164). Yine 1914’ten sonra yazılan ve ilk kez 1924 yılında yayımlanan Ulusal Siyaset Sorunu Üzerine başlıklı yazıda sosyal demokratların demokratik bir merkeziyetçiliği destekledikleri dile getiriliyordu. Lenin, bütün öteki koşullar eşit olduğu takdirde, iktisadî ilerleme ve proletarya ile burjuva mücadelesi konusunda büyük devletlerin küçük devletlere göre daha etkin olduğuna inançlarını da belirtmekten geri kalmıyordu (Lenin 1979: 172). Lenin her ne kadar halkların eşitliği üzerinde özellikle dursa da, burada büyük devletin etkinliğine olan inanç Orwell’in “bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar diğerlerine göre daha eşittir.” sloganını doğruluyordu. Sovyetler Birliği ilerleyen süreçte bütün halkların eşitliği noktasından bazı halkların daha eşit olduğu bir yapıya dönüşecekti.

      Lenin her ulusun kendi kaderini tayin hakkına sıklıkla vurgu yapıyor, zorlayıcı bağlar yerine gönüllü bağları koymanın değişik ulusların proletaryası arasındaki sınıf dayanışmasını güçlendireceğine dikkat çekiyordu (Lenin 1979: 173).

      1917 Temmuz ayında toplanan Sovyetler Kongresi, Rusya’daki bütün ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını ilan etmiştir. Ekim ayında yapılan ikinci kongrede de bu hak kararlılıkla ortaya konulmuştur. Bu kongre kararları doğrultusunda Halk Komiserleri Kurulu, Rusya’daki uluslara ilişkin stratejilerini şu ilkelere dayandırmaya karar vermiştir:

      1) Rusya’daki ulusal toplulukların eşitliği ve egemenliği.

      2) Rusya’daki ulusal toplulukların, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dâhil, kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkına sahip olmaları.

      3) Ulusal ve ulusal-dinsel her türlü ayrıcalık ve sınırlamanın kaldırılması.

      4) Rusya’nın sınırları içinde yaşayan ulusal azınlıkların ve etnografik grupların özgür gelişmesi. (Lenin 1979: 343)

      Lenin, sınıflar arası dayanışmaya bağlı yeni insan toplumu içinde milliyetlerin farklılıklarının eriyeceği ve zamanla milliyetlerin yok olacağı idealine sıkı sıkıya bağlıydı. Ancak Lenin bunun bir çırpıda olmayacağını, belirli bir süreç içerisinde yumuşak bir siyaset yürütülerek halledilebileceğini anlamıştı. Lenin’in idealize ettiği topluma eğitim, hukukî eşitlik ve güven gibi önemli parametreler aşılarak zamanla ulaşılabilirdi. Ona göre, millî vicdanların derinliğine inilmeden, milliyetlerin eriyerek yok olduğu Sovyet toplumunu yaratmanın imkânı yoktu (D’encausse1984: 28). Stalin’in milliyetler siyaseti daha merkezci olmakla birlikte, Birlik’e bağlanmış halklara bazı ayrıcalıklar vermek gerekliydi, çünkü eşitler ülkesi Sovyetler Birliği milletler hapishanesi Rus Çarlığı’na alternatif olarak diğer halkların da desteğini alarak kurulmuştu. Sovyetler Birliği’nin gerçekte de eşitler ülkesi olduğunu herkese ispatlama gereği vardı. Stalin, Lenin’in ölümünün ardından milliyetler siyaseti işini tamamiyle kontrolü altına aldı.

      Stalin öncelikle “ulus”u tanımlıyor, ardından da milliyetler siyasetini bu tanım üzerine kuruyordu. Stalin’e göre, “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadî yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.” (Stalin 1994: 15) Milliyetler siyasetine göre, önce halklar birbirlerinden ayrılıyor, tarih boyunca varlığını sürdüren ve hiç değişmeyen bir sabitin varlığı kabul ediliyor, bu sabit “etni”yi oluşturuyordu. Her etnisiteye bir toprak ve dil tahsis ediliyordu. Etnisiteler toprağa ve dilin statüsüne dayanan idari ve siyasal bir sınıflandırmaya tâbi tutuluyordu. Her etni diliyle tanımlanıyordu. Bu siyasete göre, bir Kazak etnisitesi olduğuna göre mutlaka bu etnisiteye ait bir dil ile toprağın da olması gerekiyordu. Sovyet kuramcıları etnilere sağlam bir temel oluşturabilmek için, etnik oluşum ve dilbilim imkânlarından faydalanmışlardır. Etnik oluşum yaklaşımına göre, etninin şeceresi çıkarılıyordu. Bu yaklaşımla örneğin bir “Özbek etnisi”nin çok eskiden oluştuğu, Marksist anlayışta öngörülen gelişme aşamalarından geçtiği, ancak her zaman o günkü Özbekistan Cumhuriyeti’nin bulunduğu topraklarda yaşadığı ispat ediliyordu. Stalin’e göre, dil bir etninin sürekliliğini sağlayan unsurdu dolayısıyla etnileri temellendirmenin yollarından biri de dilbilimdi. Sovyetlerde dilbilim, bir dilin doğal kullanımının dışında, dilleri ideolojik kriterlere göre sınıflandırıyor ve biçimlendiriyordu. Bu noktada Sovyet bilim adamı olmak da tıpkı Sovyet yazarı olmak kadar zordu, çünkü daha önce doğru kabul edilip ispatlanan bir olgu günün şartları içerisinde değişebiliyordu. Bu sebeple Sovyet bilim adamı daha önce ispatladığı olguyu yeniden gözden geçirmek, eski görüşlerini reddedmek ve yeni dayanaklar bulmak zorunda kalıyordu (Roy 2000: 102-103).

      Sovyetler Birliği’nde eşitlik, hukukî olarak ortaya konulmuştu ama Birlik içerisinde çok karışık statüler söz konusuydu. Sovyet idarî sistemi şu yapılardan oluşuyordu:

      Teorik olarak, diliyle tanımlanan her halk, gelişmişlik düzeyiyle orantılı bir idari statü kazanan bir “milliyet” (natsionalnost) oluşturur. Kapitalist bir üretim biçimi ve bir piyasaya sahip oldukları için ulus (natsya) aşamasına gelmiş olan halklar “sovyet sosyalist cumhuriyeti” statüsüne hak kazanırlar. Daha az gelişmiş halklar, aşağıya doğru bir sıralamayla “özerk cumhuriyet”, “özerk bölge” (oblast) ve ulusal toprak (okrug) statüsünü alırlar. (Roy 2000: 104)

      Sovyet devletinin içyapısı, toplumun etnik bakımdan oldukça karışık olduğunu gösteriyordu. Sovyet toplumu içinde siyasal ve kültürel yapıları birbirine hiç uymayan insanların olduğu ortaya çıkmıştı (D’encausse 1984: 30). Yukarıdaki idarî statülerin dışında dilleri tanındığı için tanınan ama toprak ve kendi idarî makamına sahip olmayan milliyetler de vardı. Gruplar arasındaki ayrım dillerin sınıflandırmasına dayanıyordu. Diller, yazılı olmayan diller, yazılı diller ve edebî diller olarak sınıflandırılıyordu. Yazılı dili olmayan bir milliyet toprak sahibi de olamıyordu, ancak yönetim bir dilin yazıya geçirilmesine karar verebildiği için dilin statüsü siyasaldı. Eğer yazılı dili olmayan bir grubun toprak sahibi olması isteniyorsa, o gruba hemen bir yazılı dil icat edilebiliyordu; şair ve yazarlara bu dilde şiirler ve sosyalist realist romanlar yazdırılarak