olması gerekirdi. Yedi göbekten yakın akrabalık ilişkisi olanlar kesinlikle birbirleriyle evlendirilmezdi (Bacon: 49). Bu sebeple nişanlılar birbirlerine uzak bölgelerde yaşardı. Çocuklar çok küçük yaşlarda “beşik kertmesi” usulüyle nişanlanırdı. Zengin ailelerin erkek çocukları, on iki ile on beş yaş aralığında, kızlar da daha ergenlik çağına gelmeden evlendirilirdi. Kızların erken yaşlarda evlendirmelerinin bir sebebi, kız ailelerinin başlık parası alma arzusuydu. Kazaklarda evlilik, aileler arasında sosyal ve ekonomik ilişkiler kurardı. Damat tarafı kızın ailesine kalınmal adı verilen başlık parasını ödemekle yükümlüydü. Ancak bazen aileler birbirlerinden gelin alarak kalınmal ödemekten kurtulurdu. Kalınmalın bir kısmı ödendikten sonra damadın gelin adayını bir çadırda görmesine izin verilirdi. Kalınmal geleneği yabancılar tarafından kızların mal karşılığında satılması olarak değerlendirilirken, bu gelenek konar göçer hayatta nişanı muteber kılar, büyüklüğü evliliğin sağlamlığını garantiler, erkek tarafının kıza ve ileride doğacak çocuklarına bakabilecek maddî refaha sahip olduğunu gösterir ve veren tarafa da alan tarafa da sosyal bir prestij sağlardı (Bacon: 52-53). Kazaklar arasında birden fazla kadınla evlilik de vardı. Zenginler, ilk eşleri belli bir yaşa gelince daha genç bir kadınla ikinci, daha sonra üçüncü bir evlilik de yapabilirdi. Bununla birlikte, ölen kişinin geride kalan karısı ile ölenin ailesindeki erkeklerden biri evlenir, geride kalan dul kadın ve varsa çocukların bakımını üzerine sorumluluk olarak alırdı. Amengerlik adı verilen bu gelenek nedeniyle de Kazaklar arasında birden çok eşliliğe sık sık rastlanırdı. Kazak kızlarının hayat şartları oldukça ağır olmakla birlikte evlilikte de söz hakları yoktu, ancak evlilik konusunda erkekler de söz hakkına sahip değildi. Evlilik kararında aileler etkiliydi (Bacon: 53).
Kazak kadınları bütün vakitlerini avul hayatının işleriyle geçirirlerdi. Yemek yapmak, çocuklara bakmak, hayvanları sağmak, sütten yiyecekler yapmak, dikiş dikmek, keçe yapmak, dokuma dokumak, çadırları kurup sökmek, evin erkeğinin atını eğerlemek hep Kazak kadınlarının yapması gereken sorumluluklar arasındaydı. Buna karşın, erkeğin hayatı daha serbest ve at üstünde geçerdi. Eve bir konak geldiğinde kadın yemek pişirir ve onu misafire ikram ederdi ancak kendisi erkeklerden sonra yemek yerdi. Böyle olsa da Kazaklarda evin sahibi kadın olarak görülürdü. Kazak kadınları yüzlerini örtmez, at yarışlarında, manili atışmalarda ve diğer millî oyunlarda genç erkeklerle birlikte rahatça hareket ederdi (Bacon: 53-54).
Kazak toplumunun idarî ve sosyal yapısı iki temel zümreye dayanıyordu. Bunlardan biri, toplumun üst katmanını oluşturan ak süyek, diğeri ise halk tabakasını oluşturan kara süyek’tir. Ak süyeklerin temelini, töreler oluşturuyordu. Bunlar kendi soylarını Cengiz hanedanından Cuçi ulusuna dayandırıyor ve Kazaklar arasında seçkin bir zümreyi meydana getiriyordu. Kazak hanları da bunlar arasından seçilmekteydi (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 205). Soya dayanan böyle bir ak süyeklik anlayışı, Kazaklar arasında yerleşik bir “sınıf”ın varlığını düşündürebilir. Ancak, daha 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkistan’a gelen bazı Batılı diplomatlar, Kazak han ve sultanlarının dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar az anlam ve güce sahip olduklarını, aralarından birinin büyük başarılar kazanıp, ardından kitleleri sürüklemesinin onun ak süyek oluşuna değil, kendi şahsî yeteneklerine bağlı olduğunu belirtmiştir. Yeteneği ölçüsünde, kara süyekten birinin de aynı dereceye yükselebileceğine vurgu yapmıştır (Bacon: 51). Levşin de, ak süyek olan hanın ak süyekliğinden kaynaklı bir yetki ve güce sahip olmadığını belirtmiştir. Han, boy beyleri tarafından seçilmekteydi ve boylardan herkes bu seçime katılabilirdi. Han ne kadar ak süyek olursa olsun, hanın otoritesi, zekâsı, zenginliği ve etrafında onu destekleyenlerin çokluğu ile doğru orantılıydı (Rumyantsev 1910: 18-19). Dolayısıyla Kazak toplumunda ak süyeklik, sınırsız bir yetki ve imtiyaz sağlamıyordu.
Kazaklarda kara süyek, toplumun büyük bir kısmını oluşturan halktı. Halk kendi içinde Ulu, Orta ve Küçük Cüz olarak üçe ayrılıyordu. Üç Cüz bir araya gelerek Kazak Hanlığı’nı meydana getiriyordu. Üç Cüz’e birden hâkim olan han, ulu han adını alırken, her bir cüzün başında bulunan han da kişi han (küçük han) adıyla anılıyordu. Han çocuklarına sultan unvanı veriliyordu. Bu cüzlerin altında ruv adı verilen idarî ve sosyal boy yapılanması, ruvların altında ise avul adı verilen daha küçük yapılanmalar yer alıyordu. Yakın akrabalardan oluşan yaklaşık on aile bir avulu oluşturuyordu. Aymak ise, birkaç avulun veya ruvun yaşadığı bölgeyi tanımlıyordu. Ruvların başında ruv bası (uruk başı), aymakların başında aksakal ve avulların başında avul ağası bulunuyordu (Kurmangaliyeva Ercilasun 2008: 25-26). Aksakallar, yönetimde oldukça etkili kişilerdi. Güçlerini kendi alt birimlerinde kendilerine duyulan saygı ve hürmetten alırlardı. Kazak hanlarının, halka kabul ettirmek istediklerini aksakalların nüfuzunu kullanarak kabul ettirmeye çalıştıkları da olurdu. Aksakal unvanını alan kişi zeki olmanın yanı sıra, konar-göçer hayat tarzının özelliklerini iyi bilmeli, hayvancılığa dair bilgi ve deneyime de sahip olmalıdır. Bu özellikleri nedeniyle aksakallar toplumda çok büyük bir değere sahiptir ve onların kararları Kazaklar tarafından kabul görür. Aksakalların kararlarına aykırı davrananlar toplumdan dışlanır (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 206). Barış zamanlarında Kazaklar arasında sadece küçük grupların başkanları etkilidir. Buhran zamanlarında küçük gruplar bir araya gelerek tek bir idarecinin idaresi altında toplanır. Başkanın otoritesi, emrindekilerin saygısı ölçüsünde güçlüydü (Bacon: 50). Kazak liderlerinde, akıllı ve becerikli olmak, geniş bir aileye sahip olmak, etrafındaki fakirlere yardımcı olmak ve büyük hayvan sürülerine sahip olmak gibi özellikler aranırdı (Bacon: 51).
Kara süyekler arasında kendisine saygı duyulan, ileri gelen denilebilecek diğer kişiler ruv bası, biy ve batırlardı. Ruv bası temsil ettiği ruvun ortak kararıyla seçilmiş, ruvun seçkin bir ailesine mensup bir kişi olurdu. Biyler ise, adalet işleriyle ilgilenirlerdi. Hukukî düzenlemeleri yapmak ve Kazaklar arasında çıkan anlaşmazlıkları çözmek biylerin göreviydi. Batırlar da askerî lider olarak Kazak toplumunda çok büyük bir prestije sahipti ve siyasî alanda da etkili kişilerdi. Batırlık babadan oğla geçmezdi. Batırlar, bu unvana gösterdikleri cesaretle, kahramanlıkla ve kendi gayretleri ile sahip olurdu (Kazakstan Tarihi Oçerkter 1994: 205).
Kazak din anlayışı, İslamiyet ve bozkır ruh kültünün birleşiminden oluşuyordu. Çariçe Elizabeth’in, Kazaklara eğitimleri için Kazan Tatarlarından din adamları göndermesinin ardından, İslamiyet Kazaklar arasında daha çok tutunmaya başlamıştı. Tatarlar, Kazaklar arasında hem dinî kimlikleriyle hem tüccar olarak hem de Kazak boy beylerinin yanında kâtip olarak bulunurdu. Kazaklar arasında Hive ve Buhara’dan gelen mollalar da vardı. Kazaklar sünnî olmakla birlikte, aslında aralarında mezhepler arasındaki farkı bilen de yoktu. Mollalar bile İslam dininin ince ayrıntılarını bilmezdi. İslamın beş şartına tam anlamıyla uyulduğu görülmezdi. “Allah” adı dualardan çok, eski Türk inancından; Türk Tengri inancından kalma ilgili ritüellerde duyulurdu. Bir molla geldiğinde namaz kılınırdı ancak beş vakit namazın düzenli olarak kılındığı görülmezdi. Cuma günleri ise toplu şekilde namaz kılınmazdı, zira Kazakların topluca namaz kılınan camileri yoktu. Sosyal dayanışma çok güçlü olduğu için zekat vermeye de Kazak sosyal hayatı içerisinde pek rastlanmazdı, çünkü fakir aileler zengin ailelerin yanında çalışır, onlarla birlikte yaşar ve kendi ihtiyaçlarını kendi emekleri ile karşılardı. Kazaklar arasında genellikle oruç tutulmazdı. Çok az sayıdaki Kazak, Mekke’ye gidip hacı olurdu. Bu kazanılması çok meşakkatli bir statü olduğundan Kazaklar arasında hacılar çok büyük