Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

p>Afak Mesut

      Kalabalık

      KALABALIK

      (Roman)

      Babasını getiriyorlardı… Babasının cesedini uzun boylu adamlar getiriyorlardı. Onların arkasından kuyruklarda dizili siyah giysili adamlar geliyordu. Adamların yüzü batan güneşin ren ginden kırmızıydı bu yüzden, hepsi birbirine benziyordu. Biraz da keçiye benziyorlardı. Delikleri gözükmeyen çekik gözleri güneşin zayıf ışınlarıyla küçüldüğünden birbirini iterek yürüyorlardı.

      Ara sıra adamların arasından birileri toprağı tekmeleyerek fırlıyorlardı. Sanki, at kişniyordu.

      Adamlardan sonra sırayla çelenk getiriyorlardı. Çelenklerin kağıt gülleri rüzgar değdikçe küçük parçalara ayrılıyor, kelebekler gibi kalabalığın kafası üzerinde uçuyordu.

      Siyah giysili adamlar yaklaştıkça, kalabalığın uğultusu da duyuluyordu… Rüzgar iyice hızlanıyor, siyah giysileri siyah bayraklar gibi hızla sallıyordu.

      Uğultuların içersinden bir yerlerden zayıf zayıf akan tanıdık bir ses duyuluyordu.

      Babasıydı. Tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordu. Bir yeri mi acıyordu, yoksa ağlıyor muydu?! Kim bilir, belki de şarkı söylüyordu?!

      Boğazı düğümlendi :

      “Anne!”, diye bağırsa da sesini kimse duymadı.

      Kalabalık uzadıkça uzuyor, siyah sis gibi kayboluyor, uzak laşıyordu…

      Anneannesi arkasında duruyordu, virgüle benzeyen kaşlarını oynatarak:

      “Açlığın ve öksüzlüğün ne olduğunu bileceksiniz!…”, böyle söyledikten sonra keyifle gülümsüyordu. Anneannesi güldükçe ağzında bulunan birbirinden belli bir aralıkta olan, sarı madeni dişleri gözüküyordu. Anneannesi uzun süre gülümsedi ve en sonunda madeni dişlerini birbirine kenetleyerek:

      “Anneniz kendini bir şey sanıyordu…”, dedi.

      “Öyle söyleme. “, dedi ve sinirden ağzının yamulduğunu farketti. “Annem öldü, bilmiyor musun?

      “Ölsün!”, anneannesi yılan gibi fışırdadı.

      Anneannesinin omzundaki mor serçe de ağzını açarak yılan gibi fışırdadı, ensesine sardığı pembe, kör solcan da kafasını kaldırarak, sağa sola sallayıp fışırdadı.

      Elini uzatarak anneannesinin yüzünü tırmaladı… Anneannesinin yüzü eldiven gibi ellerine yapıştı.

      Tırnaklarındaki deriyi yere atmak istese de yapamadı. Deri bir türlü kopmuyordu elinden. Yerden taş alarak taşla sürterek deriyi ellerinden temizledi. Sonra nereden geldikleri belli olmayan tavuklar ortaya çıktı, anneanesinin derisini aceleyle gagala dılar.

      …Kalabalık gözden kaybolduktan sonra yere oturarak bacaklarını uzattı. Bacakları bir hayli uzamıştı, hem de biraz eğilmişti.

      Bacaklarını birbirine sardı. Bacağının teki ötekisine birkaç kez sarıldı ve bacakları tam bir karmaşa haline geldi. Daha sonra çalışsa da bacaklarını bir türlü ayıramadı. Bacakları düğümlenmişti.

      …Sonra zil çaldı. Düğümlü bacaklarını peşisıra sürüyüp el lerinin üzerinde emekleyerek kapıya doğru gitti.

      Gelen annesiydi. Annesi onu farketmedi, üzerinden geçerek odaları dolaştı, onu odalarda aramaya koyuldu.

      Bağırmak istese de sesi bir türlü çıkmadı. El işaretleriyle annesini çağırdı. Annesi gelip onu buldu, eğilip bir süre sevecen gözleriyle onun yüzüne baktı.

      “Nasılsın?”, diye sordu.

      Babası da buradaydı. Odanın aşağı, karanlık köşesinde duvara karşı oturarak yine bir şeyler yazıyordu. Yazarken, ayaklarını estiriyordu. Sigara içiyordu, sigaranın dumanı burnundan, kulaklarından çıkıyordu.

      Sonra nasıl olduğunu anlamadığı bir şey oldu: duman babasının kafasından çıkmaya başladı. Babası kalemi masanın üzerine bırakarak kulaklarını kapayarak:

      “Yandım, başım yandı, Allah!”, diye bağırmaya başladı.

      Annesi mutfaktan çiçekleri sulamak için kullandıkları küçük emzikli kovayı getirerek babasının kafasını suladı. Babasının kafası sudan çızırdadı, daha fazla duman çıkmaya başladı.

      Annesi dumanı kovarak ve gülerek gelip onu kucağına aldı, yatağına yatırdı ve üzerini başörtüsüne benzeyen pembe bir şeyle örterek:

      “Uyu artık, çok geç oldu.”, dedi. Kendisiyse gitti.

      Başörtüsünün altından gözüken her şey pembeydi.

      Babasının kafasından artık dumanlar yükselmiyordu. Babası şuan büyük gözlükle pembe sayfaları öyle bir karıştıyordu ki, sanki aralarında çok tatlı bir yiyecek vardı.

      Sonra nereden geldiği belli olmayan kocasına benzer genç bir adam gelip onun başının üzerinde durdu ve pembe bıyıklarıyla gülümsedi. Utanarak pembe tül örtüyü yüzünden kaldırdı, ellerinden tutarak onu ayağa kaldırdı.

      Ayağa kalkarken üzerindeki güller yerlere döküldü.

      Müzisyenler koridorda duruyorlardı, koridordan mutlu insanların arasından onu seyrederek, gözleri büyüyerek komik bir oyun havası çalıyorlardı. Kocası yere dağılan gülleri götürerek onun kucağına doldurdu. Bir baktı ki, meğerse kucağındaki gül değilmiş, eski ayakkabılarıymış.

      Sonra ayakkabılarının nereden gelip kucağına düştüğünü de hatırladı. Demin dışarıda “Vağzalı”nın sesini duyduğunda, kendini kaybettiği için sağa sola koşturduğu zaman çizmelerini giymeyi unutmuştu. Demin çizmelerini giymeye çalışsa da, bir türlü giyemiyordu. Kayıyordu ve elinden yere düşüyordu.

      Eğilip bacaklarına baktı. Bacakları soğuktan donarak bembeyaz olmuştu. Bembeyaz dişe benziyorlardı.

      Kocası koluna girerek onu müzisyenlerin yanından geçirtti, özenle merdivenleri indirmeye başladı.

      Merdivenleri indikçe, beyaz gelinlik elbisesinin belden aşağı kısmı sık sık peşinden merdivenleri inen akrabalarının ayaklarına takılıyordu. Böyle anlarda o, düşecekmiş gibi oluyordu. Sonra elbisesinin aşağı kımsı sanki bir şeye takıldı.

      Arkaya baktığı zaman bayılacak gibi oldu. Arka tarafta kimse yoktu. Elbisesinin belden aşağı kısmını merdivenlerin parmaklığına geçirerek bir yerlere kaybolmuşlardı.

      Geri dönerek parmaklıktan elbisesini çıkarmaya çalıştı. Uzun süren uğraşlardan sonra hiçbir şey başaramadığını fark etti. Parmaklıktan aşağıya baktığı zaman kocasının merdivenin en son basamağında olduğunu gördü.

      Kocası elleri cebinde birileriyle konuşarak merdivenleri iniyordu, sokağa çıktığında kahkahayla güldü. Sonra kocasının sesi bir süre daha duyuldu. Kocası askeri uçak yapımından konuşuyordu. Kocasının sesi bir süre sonra artık duyulmadı.

      Elbisesini çekiştirmeye başladı. Kafasında sanki uzunca bir şey vardı, fakat onun ne olduğunu bir türlü anlıyamadı. Zira, eli başına yetişmiyordu. Eli iyice kısalmıştı, ağzına bile zorla ulaşıyordu.

      Elbisesini bir daha çekiştirdiğinde kafasından uzun vazoya benzeyen bir eşya yere düşerek kırıldı, küçük parçalara bölündü.

      Sese komşular kapılarını açtılar. Bir süre öfkeli çehreyle onun yaptıklarını izlemeye koyuldular.

      Elbisesini çekiştirdikçe acayip bir ses tüm katlara yayıldı, bir evde bu acayip sesten bir bebek uyandı ve tüm gücüyle çığlıklar atarak ağlamaya başladı. Sonra bir baktı ki, ses elbise sinden geliyor. Meğerse büyük kızıymış deminden beri ağlayan, kafası parmaklıklara sıkışmışta o yüzden ağlıyormuş.

      Çocuğu kafasıyla beraber öyle bir çekti ki, kızının kulakları koptu..

      Karşı dairede oturan kalın kaşları olan adam kaşlarını estirerek bir ona, bir de kızının mantı gibi yere yapışmış kulakları na baktı ve bir süre sonra:

      “Tüh!”, diyerek öfkeyle kapıyı kapattı.

      Utançtan soluğu kesile kesile kızının