Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

de üst katlarda çalıyorlardı. Sonra kocası da, müzisyenler de bağıra çağıra merdivenleri indiler, konuşarak çekip gittiler. Uzaklarda bir yerlerde araba kapılarının ve kom şularının sesi duyuldu.

      Kızı kucağında bir süre ağladı, küçücük elleriyle kulaklarının kanını yüzüne yaydı, daha sonraysa kanlı parmaklarını emerek uyudu.

      Kızı kucağında eğilip bir süre aşağıyı, daha sonra kafasını kaldırarak yukarıyı seyretti.

      Merdivenlerin ne başlangıcı, ne de sonu belliydi. Merdivenlerden sonra avluya açılan dış kapının ne tarafta olduğunu hatırladı, ama merdivenlerin bitiş noktasını bir türlü hatırlaya madı.

      Merdivenin bir köşesinde oturarak kızını kucağında sallayarak:

      “A a a!”, diye mırıldandı.

      Kızı kafasını onun göğsüne yaslayarak uyudu. Bir süre kucağındaki çocuğu sallayarak basamaklardan birinin üzerinde oturup sessizliği dinledi. Sonra sanki aşağıda bir yerlerde birileri bir kapıyı açtı. Ve az sonra aşağıdan annesinin yorgun sesi duyuldu ve merdiven boyunca yankılandı.

      Annesi:

      “Acele et! Bunlar beni öldürdü.”, diyordu.

      Çocuğu göğsüne yaslayarak koşarak adımlarla, binbir güçlükle aşağıya indi.

      Ev çocukla doluydu. Çocuklar odalarda, koridorda durmadan koşturuyorlardı. Beş altısı koridorda biskilet sürüyor, azıcık büyükleriyse perdelere, avizelere tutunarak odanın için de dolaşıyorlardı. Geriye kalanlarıysa odanın zemininde emekliyorlardı. Bir ikisi annesinin kucağındaydı, açgözlükle annesinin göğüslerini emiyorlardı.

      Annesinin saçları uzamış, omuzlarına dağılmıştı. Kucağındaki çocuklar bir taraftan göğüsünüi emerken bir taraftan da annesinin saçlarını örüyorlardı.

      Çocuğu kucağından indirdikten sonra tüyleri diken diken annesine baktı:

      “Bu ne böyle?”, diye sordu.

      Annesi çocukarı perdelerden kopararak:

      “Bunu asıl sana sormalı”, dedi. Sonraysa çocuklar göğüslerinden asılı halde, elleri sırtında onunla karşı karşıya durdu.

      “Şimdi diyeceksin ki, haberin yoktu. Öyle mi? “, dedi.

      Vücudu garip bir sızıyla doldu.

      Çocuklardan ikisi ayağına kadar ulaşıp topuğuyla yukarıya tırmanıyor, aşağıdan yukarıya onun yüzüne bakarak miyavlıyorlardı.

      Annesi evin kıyısından köşesinden, dolapların altından, sandalyelerin altından çocuk topluyordu. Topladıkça hüzünlü sesiyle:

      “Bin kez söyledim, iki çocuk yeter sana. Söyledim değil mi?”

      “Söyledin.”

      Annesi söylenerek çocukları büyük, tozlu keselere topluyordu:

      “Peki, o zaman neden dinlemedin?”

      .Sonuncu çocuğu yastığın altından çıkarıp tıkabasa çocuklarla dolu kesenin içine bastı, kesenin ağzını kapattı, çıldırmış gözlerle ona bakarak:

      “Haydi, acele et”, dedi.

      Mutfakta eli, ayağı eserek kibrit aradı, adeta sürünerek getirip kibriti annesine verdi. Annesi kibriti aldıktan sonra:

      “Peki, benzin nerede?”, diye sordu.

      Benzin annesinin yatak odasında, elbise dolabının için dey-di.

      Benzini annesine verdikten sonra duvara yaslanarak gözlerini kapattı. Sonra parmaklarının arasından annesinin çocuk larını nasıl yaktığını izledi. Annesi benzin dolu şişeyi açarak şişedeki benzini içinde çocukların bulunduğu kesenin üzerine boşaltıyor, daha sonraysa geri çekilerek yanan kibrit çöpünü ke seye atıyor.

      Kese ateş aldıkça acayip sesler çıkarıyor, çığlık çığlık bağırıyor, büyük adamlar gibi oturup kalkıyor, ateş vücuduna geçtikçe odanın içinde koşmaya, kendini duvarlara vurmaya başlı yor. Sonra ansızın kese simsiyah oldu, çığlık atarak yere yığıldı. Simsiyah duman ortalığı kapladı.

      Dumandan boğularak evin içinde dolaşarak:

      “Anne!”, diye bağırdıysa da kimse ona yanıt bile vermedi.

      Sonra dumanın içinde uzun süre yürüdü. Evin duvarları, koridoru simsiyah dumanın içinde eriyip kaybolmuştu. O yüzden karanlığın içiyle bir süre daha yürüdü.

      Bir süre daha yürüdükten sonra birisiyle çarpıştı, çarpıştığı onun kimliğini ekşimsi ter kokusundan, bir de ucuz parfüm kokusundan anladı.

      Okulun müdürü Süreyya hocaydı. Kırışıklarla dolu çehresi dumanın içinde kalın, ağır bayrak gibi dalgalanıyordu.

      Süreyya hoca ona çarparak durdu, sağ gözünün üzerine inen kırışı yukarıya kaldırarak bir gözüyle onu izledi, erkek sesini andıran kalın bir sesle:

      “Ellerini göster bakalım.”, dedi.

      Elleri yanmış kesenin dumandan simsiyah olmuştu, ellerini ileriye uzattı. Süreyya hocaya gösterdikten sonra kafasını salladı.

      Süreyya hoca öteki gözünü de kırıştan kurtararak onun ellerine dikkatlice baktı, sonra kafasını kaldırarak hala bayrak misali dalgalanan çehresiyle dikkatlice onun yüzüne baktı, kaba bir sesiyle:

      “Yarın okula velin gelsin”, söyledi, gözlerinin kırışını tekrar eski haline döndürerek dumanın içinde zorla yürüyerek gitti…

      Sonra yine arkadan bir yerlerden Süreyya hocanın kaba sesi duyuldu. Süreyya hoca yine birileriyle çarpıştıktan sonra:

      “Ellerini göster bakalım.”, dedi. Ve ekledi: “Yarın velin gelsin okula.”

      Süreyya hoca fazla uzağa gitmedi. Arkasına bile bakmadan hissetti ki, Süreyya hoca bir kadar yürüdükten sonra arkada yine birilerini gördü, ama onlara hiçbir şey söylemedi, bir an yerinde durduktan sonra geri döndü, siyah dumanı yararak eğri vücuduyla gerisin geri koşmaya başladı. Geriye göz atmasa bile, Süreyya hocanın yalnız olmadığını farketti.

      Az sonra bir de baktı ki, dumanın içiyle, omuzlarına dokunarak çevresinde adımlayan uğultulu siyah giysili adamların arasıyla yürüyor.

      Peşinden gelenler yine elbisesine basıyor ve o da düşecekmiş gibi oluyordu, sendeliyordu. Bir ara sanki birileri onun uzun elbisesinin eteğine bindi, keyifle, kısık sesle güldü de.

      Arkasına baksa da, tanıyamadı. Yuvarlak yüzlü, zayıf bir kadındı, eteğinin üzerinde oturmuştu, kafasını, kulaklarını estire rek acayip sesler çıkararak gülüyordu.

      Kadının yüzü çok tanıdıktı. Fakat nerede gördüğünü hatırla yamadı, bir resimde mi görmüştü o kadını, yoksa kadın onların evine misafirliğe mi gelmişti?! Yine babasını getiriyorlardı. Ve yine babası tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordu. Babasının ulumasına siyah dumanın bir yerlerinden baykuşlar eşlik ediyorlardı. Tüyleri diken diken oldu, üşüyerek elbisesinin dekolte kısmının önünü kapatmaya çalıştı, fakat olmadı, kapatamadı. Sonra sanki baykuş sesleri çevreden duyulmaya başladı. Sanki kalabalığın içinden birileri ilk önce baykuş gibi uludular, daha sonraysa kısık sesle güldüler.

      Etrafını kolaçan ederek, kalabalıktan kurtulmanın yollarını aradı. Fakat bu arada kimse sırtına tahtayla vurarak olanca sesiyle: “Yürü bakalım” , dedi.

      Arkasına bakmasa da, sesinden tanıdı. Sugra hocaydı. Her halde şimdi şaşı gözleri öfkeden iyice büyümüştü, tükürüğü