Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

iki eliyle çalmaya başladı. Çaldıkça salyangozların, küçük böceklerin gözleri fal taşı gibi açtı. Dikkatlice baktığı zaman farketti ki, böceklerin en küçüğü meğerse onun öz kızıymış. Yanlara uzamış bıyıklarını oynatarak nokta kadar olan kafasıyla onu izliyordu.

      Babasının bıyıkları kuruydu diye, çaldıkça teker teker koparak yere düşüyorlardı. Müzik şölenini yarıda kesmek zorunda kaldı.

      Salyangozlar yerlerinden kıpırdamadılar bile, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde onu izlediler, sonra koşarak gidip etrafa dağılmış babasının bıyıklarını toplayıp getirdiler, ona sun duktan sonra tekrar yerlerini aldılar.

      Ne kadar çalışdıysa da bıyıkları tekrar yerlerine geçiremedi. O zaman bıyıkları bir kenara itti, utanarak babasının cebine girdi. Cebin içi küfle kaplıydı, yukarı köşesinde annesi bağdaş kurarak bir şeyler yapıyordu, galiba babasının yırtık cebini dikmekle meşguldu. Onu gördükte:

      “Bu kadar yırtık, sökük mü olur? O yüzden evde bolluk denen şey yok”, diye dert yandı: “Kendin de görüyorsun işte!”

      Kafasını söküğe sokarak öbür tarafa baktı. Söküğün öbür tarafı parlak ışıklarla ve insanlarla doluydu. İnsanlar öfkeli çehreleriyle geniş balkonlarda dolaşıyor, asansörü bekliyorlardı. Ona da gelmesini söylediler.

      …Gelip asansörün önünde durdu. Asansörün kapısı açılıp kapandı ve o, bilmediği, sinirli insanlarla, dört bir tarafı aynalı, havasız asansörün içinde buldu kendini. Yüzünü duvara dönerek, soluk bile alamadan bir süre böyle üst katlara kalktı.

      Daracık olduğundan asansörün aynaları buğulu bir hal aldı. Sonra asansörün içindeki havasızlık insanları da terletti ve bir süre daha böyle o insanlarla bulunmak zorunda kaldı.

      Sonra asansörün kapıları açıldı ve onlar ayna zeminli büyük salona çıktılar. Salon şık giysili insanlarla doluydu. Kadınların kafalarındaki telekler, erkeklerin üzerinde bulunan parıltılı ceketler salonun gür ışıkları altında ışıldayarak değişik renklere dönüşüyordu.

      İnsanların çehresi de elbiseleri gibi ışıldıyordu. Onu görüp alkışladılar, ellerinde bulunan çiçekleri “Aferin, aferin”, diyerek ona doğru attılar.

      Gülleri havada yakaladıktan sonra özenle eğilerek selam ladı insanları, sonra önündeki mikrofonu tıkırdatarak bir adım geriye çekidi, uzun, siyah zurnasını ağzına tuttu, avurtlarını şi şirerek çalmaya başladı. Zurnayı üfledikçe avurtlarıyla beraber ilk önce kulakları, daha sonraysa tüm vücudu şişmeğe başladı. Ayaklarını havaya kaldırdı ve o, onu “Aferin, aferin”, diye alkış layanların başının üzerinden uçup gitti.

      Bir süre böyle zurna çalarak şehrin üzerinde uçtu. Zurnanın sesi henüz tam uyanamamış şehre yayılarak insanları uyandırdı, onlar balkonlarından yukarıyı seyrederek iç geçirdiler:

      “Bu çocuğun donu nerede?”, diye sordular.

      Sonra tanımadığı birisi onu sahneden indirdi, siyah zurnayıysa elinden aldı:

      “Ayıp yahu, ayıp, hiç olmazsa hüzünlü bir şey çal.”

      Bir baktı ki, yine babasını getiriyorlar. Ama bu kez ne garipti ki, babasını demin götürdükleri yönün tam tersine götürü yorlardı.

      … Önde bomboş çiçekli çerçeveler, sonra siyah elbiseli adamlar, en sondaysa babasının cesedi geliyordu. Artık cesedi taşımaktan yorulmuşlardı galiba insanlar, artık eğri tekerlekli bir arabanın üzerindeydi babasının cesedi ve adamlar o arabayı peşisıra sürüyorlardı. Süründükçe babasının çehresi esiyordu ve böylece yüz çizgileri durmadan değişiyordu. Burnu ağzına kadar iniyordu, kulaklarıysa ensesine.

      Siyah zurnayı ağzına götürüp avurtlarını şişirerek bu kez çok hüzünlü bir türkü çalmaya başladı. Çaldıkça gözlerinden yaşlar boşalıyordu, çaldıkça gözlerinin şaşılaştığını farkediyordu.

      Babasının cesedini dedesi taşıyordu. Tabutun iplerini iki taraftan omzuna geçirerek uzun boynunu eğerek, soluk bile almadan yürüyordu. Ara sıra elindeki dürümü ısırarak:

      “Zavallı yavrum “, diye inliyordu..

      Babası tabutu böylece taşıyor, aynı zamanda neresinden çıkardığı belli olmayan şişeden su içiyordu. Sonra yürümekten yorulmuş bir iki adamı da sırtına aldı, içtiği su midesine bile inmeden acıyla tabut arkasında yürümeyi sürdürdü.

      Dedesinin arkasından ne kadar koşsa da bir türlü ulaşamadı. Dedesi siyah kalabalığın arkasından bir süre koştu, sonraysa ortalardan kayboldu.

      “Anne!”, diyerek hüngür hüngür ağladı.

      “Canım, yavrum!”

      Annesi şişmanlamıştı. Karnını sallayarak gelip onun başının üzerinde durdu, eğilip bir süre onu seyretti, daha sonra kucağına götürdü, sallayarak:

      “A a a a”, dedi.

      Annesinin göğüs uçları çok büyük ve de sertti diye hiçbir şekilde ağzına girmiyordu.

      Annesi onu ilk önce yavaş yavaş, sonraysa hızla sallamaya başladı.

      Sonra daha hızlı sallamaya başladı ve kendisi de onun yanına oturdu. Beraber sallanmaya başladılar. Salıncağın hızı gittikçe iyice artıyordu. Sallandıkça yanında yatan annesine bakı yordu.

      Annesi sallana sallana uyumuştu. Yarı açık ağzından uyuduğu için uyuşan ve küçük küçük titreyen dili gözüküyordu.

      Salıncağın hızı arttıkça annesinin horlaması da artıyordu. Annesi horladı, horladı ve en sonunda onun horlaması aslanların haykırtısına dönüştü. Annesinin haykırtısından korkarak üşüdü, kafasını annesinin göğsüne sıktı. Annesinin göğsü yumuşacıktı ve sanki derinliklerinde bir makine çalışıyordu.

      Annesi haykırdıkça tüyleri diken diken oluyordu, güneşin çehresi morararak lekelerle kaplanıyordu, salıncağın gözükmeyen tarafları acayip sesler çıkararak kırılacak gibi oluyordu.

      Sonra nasıl olduysa annesi ansızın öyle bir haykırdı ki, salıncak koparak geriye uçtu.

      Kafası annesinin göğsünde, kulağında annesinin göğsünün derinliklerinde çalışan saatin sesi uzun süre geriye uçtular, daha sonra yere düştüler.

      Ayağa kalkarak seke seke evveli ve sonu bilinmeyen duvarın dibiyle gezerek annesini arasa da bir sonuç alamadı.

      Annesi şimdi de duvarın öbür tarafında horluyordu.

      … Duvarın karşı tarafında sarkaçlı saatin yanı başında, kadife kılıflı koltukta dedesi oturup gözünde gözlükleri öfkeyle gazete okuyordu. Okudukça da bacaklarını estiriyordu. Onu gördükte bacaklarını estirmedi, kaşlarını gözlüğün üzerinden az daha kaldırdıktan sonra:

      “Vay be!”, dedi ve başka bir şey söylemedi.

      Sekerek dedesinin yanına yaklaştı ve dizini dedesine gösterdikten sonra:

      “Bacağım kırıldı galiba”, diye inledi.

      Dedesi bir süre hayretle onu seyrederek daha neler söyleyeceğini bekledi.

      Sekerek bir adım daha ileri giderek dizini dedesine gösterdikten sonra:

      “Bu bacağım işte…”, diye inledi tekrar.

      Dedesi bir süre daha onun ezilmiş bacağını inceledikten sonra:

      “Komşun kötüyse göç et gitsin, bacağın acıyorsa kes at gitsin.”, dedi.

      Yere