Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

oturup pirinç ayıklıyordu.

      Babası bir süre daha böyle sallandı tavandan, sonra nasıl olduysa askı kırıldı, babasıysa yere düşerek inledi.

      Annesi ayağa kalkıp ellerini önlüğüne sildi, babasını yerden kaldırdı, sandalyenin üzerine çıkarak tekrar onu az önce düştüğü yerden astı. Askının devamlılığını kontrol ettikten sonra yere indi ve yine pirinç ayıklamayı sürdürdü.

      Babası tavandan asılarak elleri cebinde bir süre tavandan sallanarak annesiyle tartıştı. Sonra iyice sinirlenerek tavandan asılı olduğu halde el kol haraketleri yapmaya başladı.

      Hal böyle olunca annesi kemere benzer bir şey getirdi ve babasının ayaklarını, kollarını sımsıkı sarıdı, ağzına bir şey tıkadı ve yine işine devam etti.

      Sonra adamlar gelip babasını askıdan aldılar, inleyerek kurtulmak için çaba harcamasına aldırmadan onu tabuta koyarak götürdüler.

      Sonra o, binaya sarılmış kolları ve bacaklarıyla fark etti ki, babasının tabutunu onu kolları üzerinde taşıyorlar. Kalabalığın çevresi boyunca soğuk, kaygan yılan misali kıvrılarak aşağıya kaydı.

      Güçsüz bir halde:

      “Anne.”, diyerek ağladı.

      İçerideki odada hala pirinç ayıklayan annesi pencereye yaslanan yüzünü gördükte kalkıp geldi, camı açıp onu kucağına götürdü, atıp tutarak:

      “Yavrum ağlamasın.”, dedi, getirip yarıkanalık odanın ortasında, halının üzerinde oturttu.

      …Babasını götürmemişlerdi…

      Babası yukarıda, tavandan asılmıştı, oradan açık gözleriyle, solmuş çehresiyle onu izliyordu…

      Küçük elini uzatarak babasının ayağına dokundu. Babası tavanın askısını kıpırdatarak sallandı.

      Annesi de gelip babasının ayağını kıpırdattı, sonra karnına basarak acayip bir ses çıkarttı. Babasının sararmış çehresini seyredip ağladı. O, ağladıktan sonra annesi babasını bu odanın tavanından alarak öbür odanın tavanından astı. Ve babasının gürültüsü bir süre de öbür odadan duyuldu.

      Açtı diye yerden bulduğu gazete parçasını yedi.

      Sonra abisi geldi. Koltuğunda bir süre gazete vardı. Gazeteleri onun önüne bırakarak burnunu sıktı:

      “Ye bakalım. Yeni gazeteler bunlar”, dedi.

      Sonra gülerek kocası geldi, eline sinekleri öldürmek için kullanılan araçı vererek:

      “Öldür bakalım şunları!”, dedi ve gitti.

      Birkaç gün, belki de birkaç ay, güneş batıncayadek, ay doğun cayadek rüzgarlar estikçe, yağmurlar yağdıkça elinde o alet durma-dan sinekleri öldürdü, amma yine de bitiremedi. Sineklerden sonra tüm ev sineklerin çıkardığı sesi tekrarladı, evde ne kadar çatal, bıçak, iğne, iplik varsa hepsi sinekler gibi uçmaya başladılar.

      Onları ilk önce kürekle, daha sonraysa baltayla öldürmek zorunda kaldı. Her şey bununla bitseydi sorun neydi ki? Çatal bıçaklardan, iğne ipliklerden sonra bir de yataklar, yastıklar, minderler uçmaya başladılar. Sadece uçmakla yetinmediler, aynı zamanda acayip yaygara kopardılar. İşte o an daha fazla dayanamadı, atılıp odanın ortasında bulunan avizeye bindi, avizeyi bir süre sallayarak olanağını bulduğu anda kendini odada uçan yatağın üzerine attı. Evin ortasında dolaşırken aynı anda büyük keyifle:

      “Heyyyy”, diye sesi yettikçe bağırdı.

      Sonra aşağıdan birisi onu çok sakin sesle çağırdı. Aşağıya baktığı zaman kayınpederini gördü. Kayınanası da yanındaydı. Evin ortasında, ellerinde sepet hayretten dona kalarak onu seyrediyor, sakin sesle:

      “İn aşağı, yavrum!”, diyorlardı.

      Aşağı inerek mahçup mahçup kayınpederiyle ve kayınana sıyla karşılıklı oturdu. Kayınpederi kırışmış yüzüyle:

      “Kızım,yatak uyumak içindir”, dedi Kayınpederiyle ve kayınanasıyla uzun süre karanlık bastır dıkça, rüzgar kendi pencerelere vurdukça böyle karşılıklı oturdu. Oturdukça ihtiyarladı, dizlerinin üzerinde bulunan ellerini kırışlar kapladı, gözleri zayıfladı.

      Sonra kayınpederine bakarak boğula boğula öksürdü. Kayınpederi ve kayınanası da ona bakarak öksürdüler. Bu öksürme töreni bir süre daha böyle devam etti. Üçü de hep beraber öksürdüler. Sonra kayınpederiyle kayınanası yardımlaşarak onu odasına götürdüler, yatağa yatmasına yardım ettiler. Yanı başında oturarak ona kaşık kaşık su içirdiler. Sonunda kaşık kaşık su içirmekten bıktılar galiba ve onun boğazına suyu kovayla döktüler. Soluğunun kesildiğini hissetti.

      Sonra kocası geldi, aşağı eğilerek genç çehresiyle onu seyretti. Elini uzatarak dudaklarında tebessüm onun gözlerini kapadı.

      Sonra müzisyenler geldiler, yerlerini rahatladıktan sonra onun yanı başında durarak hüzünlü bir müzik çaldılar. Kayı nanası ayağa kalkıp sıcak dudaklarıyla onun alnından öptü ve parmaklarının ucunda bir hayli dans etti.

      Sonra onu yatak birlikte götürdüler. Müzisyenler de peşinden geliyorlardı. Merdivenleri indikçe zurnanın sesi yine en yüksek tona kalktı, katlarda kapılar sonuna kadar açıldı, komşular ağlayarak:

      “Annen ölseydi de bu gününü görmeseydi”, diyorlardı.

      Takatsiz bir halde kafasını kaldırarak:

      “Annem de, babam da yok, ben öksüzüm, yetimim”, diye bildirdi.

      Bu sözünden sonra tüm katlarda feryat sesleri birbirine karıştı, apartmandan semaya çığlık karışık bir inilti yükseldi. Bu inilti sonra usul usul tüm şehri kapladı.

      Yatakta, üzerinde çiçekler şehrin kalabalık caddelerinde dolaştıkça tüm şehir ağladı onun bu haline. Yüksek yüksek binaların camlarından onun üzerine çiçekler serptiler. Üzerindeki gül dağı yüzünden onu taşımak zorlaşmıştı diye onu çok sırtlarında taşımadılar, yere koydular ve öyle götürdüler. Getirip beyaz tavanlı, beyaz duvarlı büyük bir odaya attılar, yukarıdan aşağıya onu seyrettiler, yüzüne ışık tutarak:

      “Korkma artık. Her şey bitti”, dediler…

      Sonra ona beyaz sarğının içinden siyah sessiz gözleriyle uzaklara, bilinmezlere bakan çocuğu göstererek:

      “Bak, işte bu kız çocuğu senin.”, dediler. Sonra çocuğu onun yanına bırakıp gittiler.

      Çocuk siyahımsı mor renkteydi, gözlerini kırparak tavanı izliyordu. Sonra ona doğru dönerek morarmış çehresiyle, tanıdık sesiyle:

      “Nasılsın?”, diye sordu, sonra sargıdan çıkarak onunla karşı karşıya oturdu, elini çenesine yaslayarak:

      “Bakıyorum ki, iyi değilsin, kötüsün hem de çok kötüsün.”, dedi.

      Sonra gözleri dalıp gitti:

      “Ben de kötüyüm.”

      Ve ekledi:

      “Hem de çok kötüyüm.”

      Ayağa kalktı, küçücük elleriyle açık göğsünü ve karnını gösterdi ona. Kırmızı kalbinin bir bölümü simsiyahtı.

      Çocuk bir süre açık karnıyla oturup onu seyretti, sonra küçük, sivri parmaklarını daldırıp iç organlarını kanattı, kalbinin kırmızı bölümünü deldi, bağırsaklarını yere dağıttı ve kanlı parmağıyla onun alnına iki çizgi çekti. Sonra kanlı çizginin birini de kendi alnına çekti ve batmış sesiyle:

      “Galiba,