elma ağacıydı. Ağacın elma dolu dalları titriyor, elmaları yere serpiyordu. Sonra ansızın gözü ağacın dalları arasında oturmuş babasına takıldı. Babası ağacın en yüksek dalındaydı, dalları sallayarak ona bakarak gülümsüyordu.
Sonra babası dalları sallamaktan vaz geçip:
“Yukarıya kalk”, dedi.
Ağacın gövdesine merdivenleri çıkıyormuşcasına tırmanarak bir anda babasıyla karşı karşıya oturdu.
Babası öğrencilik resimlerindeki kareli gömleğindeydi. Kafası usturayla kazınmıştı, gömleğinin eski yakalığından zayıf en sesi gözüküyordu.
Babası daldan elma kopardı, pembe avuçlarında elmayı ikiye bölerek bir yarısını ona uzattı:
“Al bakalım!”
Elmayı ısırdıkça gözleri bulut bulut doldu. Babası ağladığını farketmesin diye yüzünü döndü.
Elma, babasının nefes borusuna takıldı, gözleri büyüyerek:
“Kötüsün.Bakıyorum ki, çok kötüsün”, dedi.
Babası bunu söyledikten sonra uzun uzun düşündü:
“Biz olmadan yaşayamıyorsun, yavrum”, dedi.
Sonra sanki birileri yukarıdan babasını çağırdı. Babası yukarı bakarak bir şeyler söylese de o, babasının ne söylediğini anlayamadı. Yalnız babası bulutlarda son bulan dalla yukarıya doğru tırmandıktan sonra:
“Baba!”, diye bağırsa da, babası oralı bile olmadı. Yukarıya doğru tırmandıktan sonra yaprakların arasında kayboldu. Ara sıra yukarıdan heyecanlı sesi duyuluyordu:
“Bu dünyada hep böyledir. İyidir, ya da kötüdür, bunu bilmek mümkün değil.
Elindeki elmayı yere atarak yukarıya doğru tırmandı. Tırmandıkça elleri, kolları dallara takılıyordu.
Dalların üzeriyle sürünerek yukarıya doğru baksa da babasını göremedi. Sanki babası bulutların öbür tarafındaydı.
Rüzgar iyice hızlanıyordu. Dallara sarılarak aşağıya baktığında dizleri esti. Avluları bile gözükmüyordu. Yukarıya bakarak bağırdı:
“Baba! Peki, ben ne olacağım, baba?”
Babasındansa yanıt yoktu.
Rüzgar dalları korkunç bir biçimde sallıyordu.
.Rüzgar bu kez baya hızlı esti, onu götürüp aşağıya fırlattı ve o ağacın bir yerindeyken gözlerini kapattı. Kalbi duracakmış gibi oldu. Onun çığlığını annesi duydu ilk önce, ağacın altına gelip bir yaygara kopardı hemen:
“Böyle dert mi olur ya?”, diye ağladı, bu zavallı çocuğun suçu neydi ki?
Sonra iç geçirerek onu tatlı dille ağaçtan indirmeye çalıştı: “Kızım! Benim akılllı kızım, in aşağıya. Akıllı ol, in aşağıya” Kocası da geldi. Kocası üç tekerlekli çocuk biskletiyle geldi. Gelip annesiyle beraber durdu. Ve yukarıya bakarak:
“Ne yaptığını zannediyorsun sen? Çıldırdın mı?”, diye sordu.
“Ne diye çıldıracak mışım ki?”
“İn aşağıya”, diye kocası bağırdı.
Ne kadar çalışsa da, dallar onun inmesine izin vermediler. Dönüp baktığında elbisesinin dallara takılan bölümünün yeşillendiğini gördü. Daldan asılıp kafasını aşağı indirdi. Bu bir nevi teslimiyet işaretiydi.
Kocası pantolonunun paçalarını sıvayarak onu daldan koparmak için ağaca tırmanmak isteği bir sonuç vermedi. Onun bu tırmanma isteği sadece gövdenin kuru kabuğunu ovdu. Hal böyle olunca kocası:
“Adam ol yahu, in aşağı” dedi ona.
Sonra bir yerlerden büyük, paslı bir testere buldu ve ağacı testereyle kesmeğe başladı.
Testerenin eğri dişleri ağacın gövdesine işledikçe kolları acıdı, ayaklarının dermanı kesildi. Daldan koparak yere yeşil elmaların arasına düştü. Toprak boyunca yuvarlanarak iki üç elmaya çarparak durdu.
Kocası testereyi atarak yakına geldi, annesiyle beraber aşağı eğilerek gözlerini kısıp onu bir süre aradılar.
Kocası ilk önce onu, sonraysa elmaları inceledikten sonra:
“Nereden bileceğiz onun hangisi olduğunu?”, diye sordu.
Annesi omuzlarını kaldırdı, gözlerini kısarak onu başka elmaların arasında aramaya başladı.
Kocası en yakınındaydı, sık sık gözlerini kısarak:
“Yeter, akıllı ol.”, dedi.
Annesiyse dizlerinin üzerine çökerek elmaları tek tek sıvazlıyordu:
“Doğru söylüyor, yavrum, akıllı ol.”
Soluğunu içine çekip kendini belli etmedi.
Kocası kalkıp öfkeyle:
“Bu ne biçim iş ya?”, dedi ve iri adımlarla yürüyerek bisikletine binerek korna çalarak gitti.
Annesi iki adım ondan kenarda oturdu, zavallı bir görüntü alarak:
“Kızım, hiç olmazsa bana acı”, dedi.
Annesi daha bir süre oturup elmalardan konuştu, ağladı, sonra kalkıp yorğun adımlarla gitti.
Uzun süre böyle bir süre elmanın arasında rüzgarın salladığı bir çift yaprağı kollayarak bekledi.
Sonra kreş çocukları geldiler. Gelip elmaları ceplerine, kucaklarına topladılar, her birisini bir iki kez ısırdıktan sonra bir birilerine attılar.
Onu yerden ufak boylu, yuvarlak kafalı çocuk kaldırdı, bir süre yumuşak, sıcak avuçlarında sağa sola döndürerek izledi, koklayıp yanaklarına sürdü, yüzünü sıvazladı. Sonra avucunun içinde sıvazlayarak kreşe götürdü.
Öğlen yemeğinden sonra da onu ısırmadı, öylece avucunun içinde bekleterek baktı, kokladı, yanağına sürdü.
Öğleğin tüm çocuklar kiyafetlerini soyunarak yataklarına yattılar, yorganlarının altında elmalarını ısırarak yediler.
Yuvarlak kafalı çocuksa yatağına yattı, onu da yastığının yanı başına koydu, yine onu ısırmadı, parmağını onun alnında, burnunda dolaştırıp sevgi dolu gözleriyle direk onun gözlerine baktı ve sessizce uyudu.
O da sessizlikten uyudu.
Rüyasında yine ağaçtaydı. Yine daldan asılı kalmıştı. Yine ağacı testereyle kesmek için çaba harcıyorlardı, yine ağacı sallı yorlardı.
Gözünü açtığında Zerkalem hocanın onu omzundan silktiğini gördü:
“Öldün mü?”
Kalkıp yatağın içinde oturdu. Çocuklar uyanalı çok olmuştu, çevresinde toplanarak ona gülüyorlardı:
“Ölü! Ölü!”, diye bağırıyorlardı.
Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, parmağı ağzında, şaşkın bakışlarla onu izliyordu.
Kareli şal elbisesini giydi üzerine, kollarını içine geçirerek:
“Ölü sizsiniz!” diye yanıt verdi onlara ve sonra yatağın altına sakladığı çoraplarını giydi.
Zerkalem hoca kapının ağzında duruyordu, çocuklara bakarak:
“Her kes sıraya!”, diye bağırdı, sonra ellerini sırtına vurarak ileri geri haraketler yaparak:
“Spor