Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

örtü örttü ve sakin bir biçimde:

      “Öldü”, dedi.

      Sonra ensesine dağılan saçlarını unlu elleriyle özenle düzeltti, onun ellerini çekiştirerek:

      “Gidelim”, dedi.

      “Ya o?”

      “O, öldü artık.”, teyzesi çok sakin konuşuyordu.

      Eli teyzesinin elinde annesinin yatağından uzaklaştıkça baktı ki, annesi üzerine kapatılan beyaz örtüyü kaldırarak onların gidişini seyrediyor.

      Teyzesinin evi onların eviyle karşı karşıyaydı.

      Teyzesi onu avlularına getirip tandırın kenarına oturttu, eline bir hamur parçası vererek:

      “Oyna bakalım.”, dedi. Kendisiyse tandırın bir kenarında oturup ekmek pişirmek için hamur hazırlanmaya başladı.

      Hamur parçası beyaz ve yumuşaktı, eline yapışıyordu. İstenilen hale getirmek mümkündü. Hamurdan küçük adamlar hazırladı, onları karşı karşıya dizerek dövüştürdü bir süre, sonra bıktı, hepsini tandıra attı. Eğilip simsiyah olan hamurlara baktı. Sonra hamurlardan birkaç tanesini daha çalarak demin düzelt tiklerinden daha büyük adamlar oluşturdu. Yüzlerini parmak uçlarıyla sıkarak onlar için ağız, burun oluşturdu, sonra tekrar onların kafalarını ezip tandıra attı, tandırın kenarında dans ederek onların simsiyah olmalarını izledi.

      Az sonra artık hamur parçaları bitmişti. Tandırın kenarında hamura benzeyen sadece teyzeydi. O, da arkası ona dönüktü diye onun gözlerini görmüyordu.

      Parmaklarının ucunda usul usul yürüyerek teyzesine yaklaştı. Teyzesi tandıra eğilerek ekmek pişiriyordu diye kafası tandırdaydı.

      Omuzunu teyzesinin arkasına yaslayarak tandıra itti.

      Teyzesi tepe takla tandıra düşerek orada sessizce hamur parçaları gibi yanarak simsiyah oldu.

      Teyzesini yaktıktan sonra farketti ki, gözlerine kan doldu, büyüdü ve o, vücuduna toplaşarak gözlerine dolan kanın arkasından etrafına baktı, yakmak için yine bir şeyler arıyordu.

      Avluda sadece teyzesinin hamur parçasına benzeyen beyaz kedisi kalmıştı.

      Gelip kedinin kuyruğundan yakaladı, onu da yakalayıp tandıra attı, tandırın kenarına çıkıp tırnağını kemirerek yakacak bir şeyler aradı.

      Sonra kocası geldi, içeri girerek göğsüne baktı. Bir anda gözleri büyüdü, iç geçirdi:

      “Peki, göğüslerin nerede?”

      Göğüslerine baktıkta kıpkırmızı oldu, göğüslerinin yerine göğsünden büzüşmüş eldivenler asılmıştı.

      Kocası öfkeyle eldivenleri izleyerek:

      “Bakalım, daha ne hokkabazlıklar yapacaksın?” dedi ve hızla dışarıya çıktı.

      Kocasının peşinden sokağa çıktı.

      Kocası arabalarla dolu sokakla gidiyordu.

      “Dön!”, diye bağırsa da, kocası duymadı.

      Babası da kalabalığın arasındaydı, bir eli cebindeydi, öbür eliniyse kafasının üzerinde sallayarak:

      “Renktir bu dünyada her şey!”, diye bağırarak ona doğru yürüyordu.

      Babasını sürüyerek avluya getirdi, ayaklarından yakalayıp hızla soluyarak yukarıya götürdü, kapının zilini bastı.

      Kapıyı annesi açtı, onları öfkeyle izliyerek tekrar kapattı kapıyı. Sonra kapıyı birkaç kez çaldıysa da, annesi kapıyı açmadı.

      İçeriden piyano sesi geliyordu. Annesi piyanoda çalarak şarkı söylüyordu.

      Babası piyanonun sesine uyanarak kapıyı tekmelemeğe başladı. Kapı sonunda açıldı. Babası koridora girerek yüzükoyun yere düştü, omuzlarını oynatarak çığlık çığlığa ağladı.

      Annesi elleri sırtında bir süre hiç konuşmadan babasını izledi, elleri sırtında öylece bekledi bir süre. Sonra ansızın babasını tam ortasından yakalayarak onu iple sardı ve götürüp du varda bulunan dolaba tıktı ve kitledi. Anahtarı da cebine koydu.

      …Babası dolabın içinden tanıyamadığı bir hayvanın sesiyle bağırıyordu. Annesi babasının bağırmasına aldırmadı bile, öbür odaya geçerek piyanoda çalarak şarkı söylemeği sürdürdü.

      Gelip annesinin karşısında dikildi:

      “Anahtarı bana ver.”, dedi.

      Annesi şarkı söylemedi bir süre, ona nefretle baktı. Sonra cebinden çıkardığı anahtarı ona gösterdi ve yuttu. Annesini yakalayıp onu tersine bekletse de, hiçbir sonuç alamadı. Anahtar düşmedi.

      Anahtar yerine annesinin ağzından ezilmiş, çiğnenmiş bir mektup düştü.

      Mektubu alıp baktı. Babasının elyazısıydı. Mektup sadece bir sözden oluşuyordu: “seviyorum”.

      Dolabın kapısı dişleriyle açtı.

      Babası ağzı bağlı çuvaldaki gibiydi. Boğuluyordu besbelli. Çok çalışsa da, bir türlü düğümü çözemedi. Babası kafası karnının üzerinde, ayakları kulakların altında inleyerek:

      “Dokunma, böylesi daha iyi.”

      Babasını koltuğunun altına alarak dışarıya taşıdı. Çocuklar onu görür görmez yanına yaklaştılar:

      “Hadi, oyun oynayalım.”, dediler, yanıtını bile beklemeden koltuğunda bulunan babasını çekip elinden aldılar ve top gibi yere vurarak avlunun öteki tarafına götürdüler.

      Çocukların peşinden koşsa da onlara yetişemedi. Çocuklar çember oluşturarak babasını birbirine attılar. Bir o çocuğun, bir bu çocuğun üzerine koştu, fakat bir türlü babasını kurtaramadı.

      Yere oturup ağladı. Kimse haline acımadı bile. Çocuklar bağıra çağıra, onu sinirlendirmek için burnuna vurarak babasını götürdüler. Koşarak uzaklaştılar.

      Çocuklar uzaklaşırken babasının paketinden yere bir şey düştü, sokak boyunca yuvarlandı.

      Kalkıp yuvarlanan şeyin peşinden koştu, yakaladı, avcunda sıktı. Avcunu açandaysa içi bir tuhaf oldu.

      Babasının gözleriydi, gün ışınları değdikçe buz parçası gibi usul usul eriyordu. Parmaklarının arasından yere damlıyordu gözünün yağı.

      Bir süre avlunun ortasında oturup, kafasına vurarak ağladı. Sonra oturmaktan bıkarak yüzükoyun uzandı. Annesi yu karıdan ne kadar çağırsa da kafasını kaldırıp da bakmadı bile. Annesi balkonlarından onu yemeğe çağırdı, yalvardı, sonra yal varmaktan yoruldu, içeri girdi ve bir daha dışarı çıkmadı.

      Karanlık bastırıyordu. Artık binanın ışıkları yanmaya başladı. Sadece onların pencerelerinin ışığı yanmıyordu. Zavallı bir şekilde oturarak avlunun ortasındaki asmada, yaş toprağın üze rinde teker teker pencereleri seyretti.

      Bir süre böyle oturdu. Sonra çevresine artık karanlık çökmüş, kimsesiz avlulara, karanlık pencerelerine bakındı. Korktu. Kalkıp eve gitmek istedi, fakat ayağını topraktan kurtaramadı.

      Ayağı toprağın dibine ulaşmıştı artık, orada nem üzüm kökleriyle birleşmişti, kurtulmak için çekip çıkarmaya uğraştı ğında mutlaka bir yerini incitiyordu.

      Sonra bütün pencerelerin ışıkları kapandı, karanlık avluyu ay ışığı aydınlandırdı ve çevresindeki asmalar yılan gibi uzadı. Uzayarak çevrede ne varsa hepsini kapladılar. Arabaların üzerine tırmandılar, ağaçların dallarına doğru uzadılar,