Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

çok ağlayacaksınız. Hepiniz ağlayacaksınız. Ağlayarak öleceksiniz!. Ölerek ağlayacaksınız!.”

      Anneannesinin yine boz serçesi omzundaydı, yine küçük gözleriyle onu izliyordu. Pembe solucan da kendi yerindeydi, kıvrılarak küçücük kafasıyla kuyruğunu anneannesinin boynunda düğümlemişti.

      Deminden beri Sugra hocaların safında sinek kovalayarak ilerleyen adam elinde bulunan sinekleri öldürmek için kullanılan araçla onu nasıl vurduysa anneannesi asfalta yapıştı. Anneannesinden geriye kalan sadece nokta kadar bir leke oldu.

      Birileri kolundan tutup onu çekiştirdi o, eteği peşinden gelenlerin ayakları altında kalarak yırtıldı. Fatma’ydı. Beyaz okul önlüğü de, bir ucu kafasından omzuna sarkan beyaz bantı da mürekkep lekeleriyle kaplıydı.

      Gözlerini kısarak kafasıyla bir şeylere işaret ediyordu.

      …Fatma’yla beraber koşarak siyah kalabalıktan uzaklaştıkça, arka taraflarında Sugra hocanın ince tahtasının sesini duyuyorlardı. Sugra hocanın sopası arkalarında vınladıkça, vücutları sızıyla dolu bir halde kendilerini okulun arka bahçesine attılar. Spor salonun önündeki köşede bulunan büyük demir fıçının içinde saklandılar ve fıçının kapağını kapattılar. Fıçının içinde demirler vardı ve zemini narın kumla kaplıydı. Fatma karanlık fıçının içinde kendini rahatladıktan sonra:

      “Artık merak etme, kimse bizi bulamaz.”, dedi.İkinci zilden sonra çıkarız buradan.

      Fıçıda zaman adeta aktı, ikinci hayli zaman çalındı ve çocuklar avluya çıktılar. Fıçının kapağını at ayaklarıyla vurarak bir bu tarafa, bir öbür tarafa koşturdular. Sonra sessizlik. Birisi fıçının kapağını kapı gibi çalmaya başladı.

      Soluk almayı bırakarak fıçıda bulunan küçük delikten dışa rıya baktı. Sugra hocanın yeşilimsi kulaklarıydı gözüken. Fıçı da bulunan küçük delik boyunca bir şeyler arayan büyük el gibi yukarıya, aşağıya dolaşıyordu. Sonra fıçının kapağı aralandı ve içeriye Sugra hocanın çekiç gibi sivri burnu girdi. Bir süre fıçının içini kokladı. Sonra fıçının küçük deliğinden içeriye Sugra hocanın çatala benzer eğri parmakları girdi. Parmaklar bir süre kör akrep gibi fıçının içini dört dolandı, galiba onları arıyordu.

      Sugra hocanın akrebi bir süre parmaklarının üzerinde dola şarak sonunda Fatmanın bacağını yakaladı.

      Fatma bacağı Sugra hocanın elinde sonuncu kez hüzünlü bir çehreyle karanlığın içinden ona son kez baktı, küçük, yuvarlak gözleri bulut bulut doldu.

      Sugra hoca bir süre Fatma’yı fıçının içinde tersine bekletti, sonra yukarıya doğru çekerek, üzerindeki elbiselerini yırtarak dışarıya çıkardı.

      Sonra bir süre tüm vücudu titriyerek Fatma’nın fıçının dışından duyulan sesini dinledi. Fatma ilk önce kedi gibi miyavladı, tavuk gibi gıdakladı, sonraysa soluğu kesilirmişcesine uzun uzun kişnedi.

      Dizleri eserek fıçının deliğinden baktı ki, Sugra hoca Fatmanın sırtında ucu kırık sopasını havada sallayarak, Fatmanın arkasına vurarak bağıra bağıra okula doğru koşturuyor.

      …Fatma kişneyerek uzaklaştıkça fıçının içini karanlık kaplı yordu. Belki de her tarafı böyle karanlık bastırıyordu, kim bilir?! Ne olduğunu anlamıyordu, fakat anladığı bir şey varsa o da fıçının hızla ısınmasıydı.

      İçi daraldı. Fıçının kapağını kaldırmaya çalışsa da başaramadı. Sanki birileri fıçının kapağının üzerinde oturmuştu.

      O yüzden fıçının bir köşesine sindi. Ve bu halde de galiba uyudu .

      Uykudayken, tüm vücudunu ter kaplıyor, dizleri boşalıyor, fakat o, tüm bunlara aldırmadan itinayla çalışıyordu. Bir mucize yüzünden uyumuş Sugra hocanın kulağına civa döküyordu.

      Civa termometrenin ucundan açık renkli reçel gibi usul usul, damla damla Sugra hocanın büyük kulağına bir türlü uyuşmayan küçük kulak deliğinden içeriye akıyordu, aktıkça Sugra hoca keyifle inliyordu. Termometrenin içinde bulunan civa bitiyordu, fakat Sugra hocanın inlemesini durdurmak imkansızdı.

      İçi boşalmış termometreyiyse saklamak için bir yer yoktu, sinsi bir haraketle çevresini kolaçan etse de, bir yer bulamadı. Ve termometreyi Sugra hocanın kulak deliğinden içeriye bıraktı. Termometre bir süre Sugra hocanın kulağında uçtu, uçtu ve sonra sulu bir yere düştü sanki. O an Sugra hoca gözlerini kocaman açarak ona baktı, gümüş gibi parlayan yüzünü eğerek:

      “Bunu sen mi yaptın?”, diye bağırdı.

      Onu da bacaklarından yakalayarak bir süre tersine beklettiler ve sonra aynen o halde götürerek beyaz giyside, beyaz yatakta yatan annesine gösterdiler. Annesini de ters gördü.

      Annesi bu durumda yatağı sırtında taşıyan bir böceğe benziyordu.

      Sonra onu iyice sardılar, götürüp başka bebeklerin bulunduğu bir karanlık odaya attılar ve çekip gittiler.

      …Odanın yukarı köşesi de bebeklerle doluydu. Doktorlar gittikten sonra bebekler sırayla dizilerek şarkı söylemeye başladılar. Koronun içindeki bir bebeğin sesi çok tiz çıkıyordu. Bir baktı ki, meğerse küçük kızıymış. En küçük beze onu sarmışlardı, elleri kolları sarılıydı, sadece yüzü gözüküyordu.

      Kızı bebeklerin arasındaydı, küçük ağzını yukarıya doğru açarak ince sesle şarkı söylüyordu. Şarkı söyledikçe ağzı kuş gagası gibi açılıp kapanıyordu.

      Sonra birileri gelip odanın ışıklarını yaktılar. Ve ışıklar yandığı gibi bebekler oda boyunca dağılarak salyangoz gibi sürünmeye başladılar. Beyaz giysili doktorlar onları yakalamaya çalışsalar da, uğraşmaları boşunaydı.. Bebeklerin hepsini yakalamak imkansızdı. Bebekler sürünerek duvar boyu kalktılar, bir ikisi tavandan aşağıya sarktı.

      O da karnını soğuk zemine bir süre sürterek süründü, ter ledi. Bebeklerin süründüğü yere doğru sürünüyordu o da. Be bekler duvarın üst kısmına ulaşarak tek tek orada bulunan deliğe giriyor ve ortadan kayboluyorlardı. Doktorlar yakaladıkları bebekleri odun gibi üst üste topluyor, bir yerlere taşıyorlardı.

      Ondan önde sürünen bebek zayıftı diye delikten rahatça geçti. Geçtikten sonra delikten ona baktı ve göz kırparak, boğuk bir sesle:

      “Gel, gel, “ey dili gafil!”, diyerek ortalardan kayboldu.

      Baktı, meğerse bezle sarılmış bebek bıyıklı, kırsaçlı adammış. Adamın soluğu acı tütün kokuyordu.

      Kafasını deliğe sokarak sonu gözükmeyen karanlığa baktı.

      Delikten tanıdık nem kokusu duyuluyordu. Bir de acayip sesler duyuluyordu. Sanki birilerini yıkıyorlardı. Kafasına kovayla su döküyorlardı.

      İlk önce kafasını, daha sonra tüm vücudunu deliğe soktu, sürünüp kalın, sert duvarlara yüz sürerek bebeklerin açtığı havasız yolla uzun süre gitti.

      Yol çok uzundu, süründükçe bir türlü bitmek bilmiyordu. Az sonra sert duvar bitiyordu, hafif nem toprak başlıyordu. Toprak azıcık sıcaktı. Sanki birileri burada az önce uyumuştu. Toprağın içi öyle sessizdi ki, süründükçe sürtünme sesinden kulakları batıyordu.

      Toprağı koklayarak sesin geldiği yöne doğru yürüdü.

      Babasını toprağın en ılık yerine gömmüşlerdi. Sürünerek babasının çehresi hizasında dolaştı, yanağına, oradan da çenesine doğru kaydı.

      Babasının gözleri, burnunun delikleri ılık toprakla doluydu. Yüzü azıcık