Afak Mesut

Kalabalık


Скачать книгу

konuştukça dedesi surat asarak hoşnut olmadğını belli edip sadece:

      “Hayır”, diye kestirip attı.

      Sonra bu adamlardan birkaçı daha geldi. Onlar da aynen az önceki adam gibi sürünerek dedesinin koltuğunun önüne kadar geldiler ve ona bir şeyler anlattılar. Onlar inledikçe dedesi iç geçirerek:

      “Vay be! “, dedi. Dedesinin bu “vay be” leri zaman geçtikçe daha korkunç bir hal alıyordu.

      Sonra dedesi ayağa kalktı ve koltuğunun yanı başında bulunan emzikli su kovasını alarak adamları suladı. Bir de baktı ki, adamlardan teki yeşerdi. Sonra dikkatlice baktıktan sonra adamın yeşermediğini, sadece tüm vücudunu kirpi gibi dikenlerin kapladığını farketti.

      Arada kirpi adam ona bakarak sırıttı ve burnunun ucundaki siyah, yuvarlak beni sıkarak araba kornasına benzeyen bir ses çıkardı.

      Dedesi oturup esneyerek onu izliyordu. Sonra bir yerlerden dedesinin nohut kadar karısı, babaannesi geldi, dedesinin avucuna çıktı, dizlerinin üzerine çökmüş adamlara el kol haraketleriyle bir şeyler söyledi.

      Babaannesi konuşmasını bitirdikten sonra dedesinin kolunun üzerinde yürüyerek boğazına, oradan kafasına tırmandı, kulağına girerek ortalardan kayboldu.

      Sonra nasıl olduysa adamlar dizlerinin üzerinde ona doğru yürümeye başladılar.

      … En önde kirpi adam geliyordu, ara sıra yumağa dönüşerek sırtındaki oklardan ona atıyordu. Oklar kafasının, omzunun üzerinden hızla geçiyordu.

      … Dönüp biri uzun, ötekisi kısa bacaklarıyla yalpalayarak ördek gibi koşmaya başladı.

      Arkadan dedesinin öfkeli sesi duyuluyordu. Sık sık iç geçirerek “vay be!” , diyordu.

      Arkadakiler gelip yetiştiler ona, yere düşürerek bağırtarak tüylerini tek tek çekip kopardılar. Tüylerini tek tek çekip kopar dıkça o, bağırarak çıplak vücuduyla, örtüsüz arkasıyla yalpalayarak koşmaya çalışsa da onu yakaladılar. Adamların elinden kurtulamadı. Onu yere düşürerek ayaklarını iple sardılar, kollarını geriye katlayarak dilini dışarı çıkardılar. Sonra vücudu korkudan kasıldı, bıçağın sivri ucunu gırtlağında hissetti. Bıçak damarları boyu kaydıkça nohut babaannesinin sesini duydu:

      “Kafasını bırak”, babaannesi ince sesiyle konuşuyordu: “Sofra için böylesi daha güzel.”

      Babaannesi hem konuşuyor, hem de onu bir güzel haşlamak için ateş yakıyordu. Çatırdayarak yanan ateşin kokusu duyuluyordu.

      Adamlardan bir bir, güçlükle kurtuldu, kan fışkıran boğazıyla, kanının içinde kayarak kesik kafası omuzunda annesine doğru koştu.

      Annesi uykudan uyanmış, yattığı yerde esniyordu, onun kesik kafasına bakıyordu gözlerini kırpmadan:

      “Gel, uyu”, diyordu “Yarın erkenden uyanmalıyız.

      Bir süre böyle sadece damarlarına ilişmiş kafası annesinin ayaklarında, bulutlu semayı seyrederek hırıldadı ve sustu. Sonra rüzgar esti. Estikçe hızlandı.

      Yine rüzgarın sesinin içiyle uzaktan baykuş sesleri duyul du.Kalabalık yine çok yakındaydı.

      Bağırmak istedi, fakat sesi çıkmadı, boğazından ses değil de, çok korkunç bir hırıltı çıktı. Hırıldayarak:

      “Gitme, Hektor, gitme o kanlı savaşa”, diye bağırdı ve bayıldı.

      Onu da tabuta koyarak babasıyla beraber götürüyorlardı.

      Anneannesi sırtını eğerek, zayıf, kemikli kollarını sallaya rak her kesten önde yürüyordu:

      “Yavrum ölüyor, yavrum, heeeyyyyyy!”, diye bağırıyordu, fakat gülüyor muydu, ağlıyor muydu bir türlü belli değildi.

      Sonra birileri anneannesi yere düşürdü ve kalabalık ağır ağır yürüyerek anneannesini çiğnedi.

      …Tabutun içinde doğrularak onunla beraber kalabalığın başı üzerinde götürdüğü babasının büyük yüzünü izledi. Babası ağır ağır soluyordu, çehresinin derisi kalkıp indikçe alnının kırışları açılıp kapandıkça zor duyulan müzik sesi etrafa yayılı yordu. Babasının kırışları çok eskiden duyduğu bir şarkıyı söylüyordu ve söyledikçe babasının kapalı gözlerinin kenarıyla yaş akıyordu. Akıp kulaklarını ıslatarak içeri dökülüyordu.

      Dizleri üzerinde sürünerek babasının tabutuna girdi, ağzını babasının kulağına yaklaştırarak:

      “Uuuuuuuuu!”, diye bağırdı.

      Sesi babasının kulağının içinde yankılandı. Birileri kulağın ta derinliklerinden ona:

      “Uhu uhu uhu!”, diye karşılık vererek sustu.

      Bir süre gözlerini genişçe açarak içeriyi seyrettiyse de, hiçbir şey göremedi. Karanlığın bitişinde öyle bir rüzgar esiyordu ki. Esiyordu ve de estikçe sanki bir kapı durmadan açılıp kapanıyordu.

      İlk önce ayağıyla, sonra tüm vücuduyla kulağın içine girdi. Gözleri karanlığa alışıncayadek bekledi. Gözü karanlığa alıştıktan sonra durduğu yerden doğrularak eğri merdivenlerle karanlığın içine götüren kapıların açılıp kapandığı yöne doğru gitti.

      Kulağın içi yumuşaktı diye çok rahat yürüyordu, yol biraz sonra doğrularak yukarıya doğru yuvarlak merdivenlerle kalkıyordu. Merdivenler kaygan olduğu için çıkmakta bir hayli zorlandı.

      Eski, solmuş kapı rüzgar estikçe durmadan açılıp kapanıyordu. İçeri girerek durdu.

      Genç dedesi, büyük dedesi, babasının genç annesi elleri dizlerinin üzerinde yukarı tarafta oturarak durmadan onu seyrediyorlardı. Babası çocukluk resimlerindeki çehresiyle, yana taranmış kahverenkli saçlarıyla dedesinin kucağında oturmuştu. Onların başı üzerinden bir resim asılmıştı. Resimdekiler şu an burada oturanların aynısıydı. Resimde de aynen böyle özen le oturmuşlardı. Babası orada da aynı pardösüdeydi. Onu gördü ve hemen dedesinin kucağından inerek yanına kadar geldi, bir süre aşağıdan yukarıya onu seyretti. Sonra yere oturarak eski çizmelerini binbir zorlukla ayağından çıkardı, çizmeleri teker teker onun ayağına giydirdi, ipleri iyice gerdi, sonra emekleye rek dedesinin kucağına geri döndü.

      Sonra büyük dedesi onu yanına çağırdı ve beraberce resim çektirdiler.

      Fotografçı onların yeni resmini eski resmin altından astı ve o, içi daralarak büyükannesinin ve dedesinin arasından kendisinin değil de, bir ihtiyar koca karının onlara sırıttığını gördü.

      Parmağını resmin üzerine koyarak ihtiyar koca karıyı göstererek:

      “Bu ben miyim yani?”, diye sordu.

      Fotografçı öfkeyle:

      “Kim olacak? Tabii ki, sensin”, diye yanıt verdi.

      Sonra babası yine inleyerek dedesinin kucağından inerek onun yanına kadar geldi, elinden çekiştirerek demin geldiği eğri, kaygan merdivenlerle, yollarla tekrar ışık gelen yöne getirdi. Çıkışa ulaştıklarında ani bir duraksama oldu. Babası küçük ellerini uzatarak yollarda dizilen, siyah, büyük yılan misali kıvrılmış kalabalığı gösterdi ve sonra gözlerini ovarak, küçük bebek gibi ağlamaya başladı. Babasını avutmaya çalışsa da, babası susmadı.

      …Sonunda babasını kucağına götürdü, kendini kalabalığın içine atarak kalabalığı yararak koşmaya başladı.

      Koştukça etraf zifiri karanlığın esiri oldu, güneş battı, rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı, kalabalığın sonu gözükmedi. Koş tukça siyah giysili adamların sert elbiseleri