Yasin Yavuz

Reşit Hanadan ve Romancılığı


Скачать книгу

Nurettin Şazi Kösemihal, bu açıklamaya ek olarak, yazın-toplum incelemesinin, yani edebiyat sosyolojisinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmeye başladığını belirtmiştir. Bu gelişmelere ortam hazırlayan teşebbüsler içerisinde belki de en önemlisi toplumcu gerçekçilerdir. Edebiyat sosyolojisinin gelişmesinde, 30’lu yıllarda ortaya çıkan toplumcu gerçekçilerin rolü yadsınamaz.

      Toplumcu gerçekçilik, aslında 1917 yılında kurulan Proletkült hareketiyle birlikte oluşmaya başlamıştır. “Burjuva değerlerinden arındırılmış, bütünüyle proleter bir kültür yaratma amacıyla kurulan bu örgüt, 1920’lerde yerini ‘Tüm Rusya Proleter Yazarlar Birliği’ne bırakarak, 1934’teki birinci kongresinde devletin resmi edebiyat ve sanat anlayışını deklare etmiştir.”17 Bu anlayışa göre sanatçılar; partinin isteklerini de göz önüne alarak eserlerine eğitsel bir hava katmalı, Çarlık Rusya’nın o karanlık yönünü ve etkilerini geride bırakarak yeni rejimin destansı romantizminin güzellemesini yapmalıydılar. Sanata yüklenen bu siyasi işlev, sanatın direkt olarak içeriğini etkilemiştir. Berna Moran’ın da belirttiği gibi, toplumcu gerçekçilik, sanatın ne olduğu sorusundan çok ne olması gerektiği sorusuna cevap verir. Olması gereken şey ise, toplumcu gerçekçiler için, sanatın ve edebiyatın siyasal mücadelede ideolojik ve kültürel yeniliklerin ifade edilmesi gerekliliğini üstlenerek tüm bu yenilikleri topluma belletmesidir.18

      Öte yandan toplumcu gerçekçiliğin düşünsel içeriğinde edebî eserin üretim mantığı ve işlevi, edebî eserin sahip olduğu estetik yapının önüne geçmektedir. Çünkü amaç yeni rejimin herkesi kucaklayan ve işçiye önem veren tek doğru seçenek olduğunu göstermektir. “İdeolojik ve kültürel bağlamda ‘ajitprop’ bir çizgide ilerlemeyi hedefleyen bu doktrin, genellikle, edebiyatın sosyolojik ideolojiyi yayması, olumlu işçi tipi yaratması ve parti politikalarına angaje olması bağlamında tanımlanır ve bu çerçevede Marksist edebiyat eleştirisine dahil edilir.”19

      Marksist düşüncenin kurucuları Karl Marks ve Friedrich Engels’tir. Marks ve Engels, sanatın duyulara hitap ettiğini ifade eden Hegel’in görüşlerini takip etmişlerdir. Bu bakımdan Marksist düşünce felsefi anlamda Hegelci bir düşüncedir. Çünkü Marksist eleştiride edebî eserdeki çokanlamlılık ve belirsizlik göz ardı edilmiş; bunun yerine, söylenen ile kastedilenin aynılığına dayanan katı bir açıklık vurgulanmıştır. Buna bağlı olarak, özellikle Engels sanat ile ilgili düşüncelerinde tiplere ve tipik karakterlere vurgu yaparken, tam anlamıyla Hegelci açıklık düşüncesinden hareket etmiştir. Marksist estetik, geniş anlamda sanatın kavramsal yönünü öne çıkaran ve toplumcu bir sanat anlayışı benimseyen Hegelci estetiğin ürünüdür.20

      Marksist eleştiri, sosyolojik eleştiri gibi genellikle bir sanat olayının nedenlerini araştırır. Ancak sosyolojik eleştiri bu nedenlerin çeşitli olabileceğini iddia ederken Marksist eleştiri ekonomik koşulları ve toplumdaki sınıf çatışmalarını esas alır ve olayı bunlarla açıklar. Örneğin, sanatın kökeninde işin yattığını, ilkel toplumların yaşamak için giriştikleri faaliyetlerden doğduğunu; romanın orta sınıfın güç kazanması sonucu ortaya çıktığını; sanat için sanat öğretisinin kapitalist düzende sanatçının toplumdan koparak kendini yabancı görmesiyle başladığını ve burjuva sınıfına karşı bu tutumun her şeyin satın alınabilir bir meta haline geldiği bu dünyada sanatçının meta üretmeme kararından doğduğunu gösterir. Kısacası; sanatın, sanat türlerinin, akımlarının, üsluplarının, ekonomik altyapı ve sınıf çatışmalarıyla ilişkilerini belirterek bunların nedenlerini ortaya koyar.21

      Goerge Lukacs ve onun öğrencisi Lucien Goldmann, Marksist düşünceyi baz alarak bir edebî estetik oluşturmuşlardır. Onların çizdiği kuramsal çerçevenin ana ilkelerini Marksist felsefe oluşturmuştur. Edebiyat kuramcıları olarak Lukacs ve Goldmann roman sanatına yazınsallık dışında sosyal bir olgu misyonu da yüklemişlerdir. Bu yaklaşım iki kuramcı için de geçerlidir. Bu iki isimi Lukacs’tan başlayarak açıklayacağız.

      George Lukacs, bir edebiyat kuramcısı olarak ünlü Roman Kuramı çalışmasıyla bilinmektedir. Bu eser, Lukacs’ın Marksist olmadan önce yazdığı bir “erken yapıt”tır. Bu eser ile daha sonradan yazmış olduğu eserler arasında -özellikle Çağdaş Gerçekliğin Anlamı– çok keskin farklar mevcuttur. Nitekim Lukacs da bu kitaba 1962’de yazdığı önsözde eseri tümüyle sahiplenmez. Yazar, bu eserde Hegelci bir felsefenin izinden edebî eserin sorunlarına eğilmiştir. Gerçi Lukacs, bu uygulamayı Hegel’den hareketle yapmış olmasına rağmen eserde Kierkegaard, Schelegel ve Goethe gibi farklı görüşlerin esintileri de mevcuttur. En genel deyimle Lukacs anlayışında, sanatıyla yazarın dünya görüşü arasında bir ilişki olmalıdır. “Yanlış bir dünya görüşüyle yazılmış bir eserin sanat değerinden kaybedeceğine inanan Lukacs, modern yenilikçi (avant garde) edebiyatı eleştirirken bunu kanıtlamaya çalışır. Lukacs’a göre yenilikçi edebiyat (Kafka, A. Miller, W. Faulkner, S. Beckett, J. Joyce) yanlış bir dünya görüşünden yola çıkmaktadır. İnsan sosyal bir hayvandır, oysa yenilikçi edebiyata göre insan doğuştan yalnız, toplum dışı, tek başına bir varlıktır. Başka insanlarla ilişki kuramaz.”22 Lukacs, yenilikçi edebiyatın psikolojik yönü ve yitik, tutunamayan, yalnız insan izleklerine (ya da kavramlarına) itiraz etmiştir. Lukacs, bu eserlerin yanlış bir dünya görüşüyle yazıldığını düşünmektedir.

      Marksist eleştirinin Lukacs’tan sonraki en önemli temsilcilerinden birisi de kuşkusuz Lucien Goldmann’dır. Goldamann, edebî eseri açıklamak için geliştirdiği yöntemde eserin yapısını bir bütün olarak ele almış ve bu bütünü oluşturan teknik ve toplumsal yapıyı birbiriyle ilişkili olarak tasarlamıştır. Goldmann’ın ortaya attığı eleştiri metodundaki diyalektik ilişki de buradan gelmektedir. Lucien Goldmann, romanın bütününü, bütünü oluşturan parçalarla açıklamaktadır.

      Sanatsal yapıtın ya da yapıt düşüncesinin oluşma aşamaları, yapıt içeriğinin vücut bulması, içerikle ilgili düzeltmeler, pişmanlıklar, ekleme ve çıkarmalar ile bunların nedenlerini kapsayan araştırmalardan, yapıtın bir ürün olarak tüketici konumundaki okur/izleyiciye ulaşması ve hatta onun tarafından değerlendirilmesi aşamalarına kadar tüm süreci ele alan, ilke ve yönetimini kendisinin belirlediği, eleştiri ve çözümleme yöntemine Lucien Goldmann oluşumsal yapısalcılık adını verir.23

      Lucien Goldmann, bu yöntemiyle, “belirli bir toplumsal grup ya da sınıfa özgü, özellikle de felsefede açığa vurulan zihinsel yapıları belirleme amacı güder. Günlük bilinç, rastgele, şekilsiz bir şeydir; fakat bir sınıfın özel yeteneklere sahip bazı üyeleri –örneğin sanatçılar– bu karışık, düzensiz deneyimi aşıp, kendi sınıf çıkarlarını daha net bir diyagram halinde ifade edebilir. Goldmann, bu ‘ideal’ yapıya ‘dünya görüşü’ adını verir; bir toplumsal grubun düşüncesini ve sanatını sessizce şekillendiren ve onun kolektif bilincinin ürünü olan, zihinsel kategorilerin özgül bir düzenlenişi”24

      Lucien Goldmann, dünya görüşü ve bunun sanat eserine yansımasını konusunu şöyle açıklamaktadır: Edebî yaratının incelenmesinde, tarihi maddecilik için temel öğe şu olguya dayanmaktadır: Edebiyat ve felsefe, değişik düzeylerde, bir dünya görüşünün anlamlarıdır, dünya görüşleri de kişisel değil toplumsal olgulardır.25

      Goldmann’ın bir ayağı yapısalcılığa, bir