müfrezede meydan postası yoktu. Bu yüzden büyük sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Çünkü mektup göndermek için Bakü’ye gidecek adam bulmak ya da ayda 2 defa gelen posta gemisini bekleyip mektubu Türkmenlerin kayığıyla gemiye götürüp geri dönmek gerekiyordu.
Bu güçlükler dolayısıyla meydan postası oluşturuldu. İdare merkezi Çekişler’de olan postanın Çat’ta, Düzolum’da ve Tersakan’da şubeleri vardı. Bu sistem sayesinde mektuplar az-çok düzenli olarak yerlerine ulaştırılıyordu. Basit mektupların sadece üçte biri kayboluyor, biri yerine ulaşıyor, biri de Çekişler’e gelinceye kadar ilgili bölümde yatıyordu. Kendi bölgesinden sorumlu görevli ilgili mektupları bulmak için iki-üç mermi kabını dolduran kağıt yığınlarını tek tek elden geçirmek durumunda idi.
Posta haberleşmesini sağlamak için atlı Türkmenler kullanılıyor, mektuplar deri çantalarda taşınıyordu. Bu görevliler, kendilerine ait gösterişli atlarıyla bir günde 80-100 versta yol kat ediyorlardı. Postanın vaktinde ulaşması için önceden belirlenen miktarın yanı sıra teşvik edici bir ücret daha veriliyordu. Benim işittiğime göre 10 ruble verilmiş. Ayrıca postacıların hepsinin görevlerini içtenlikle yaptıklarını belirtmeliyim. Bütün harekât süresince sadece bir postacı sanki kuyuya düşmüşçesine ortadan kayboldu. O da çantasını bırakıp Tekelerin saflarına geçmişti. Bu çantayı gören Kazaklar alıp ulaşacağı yere götürmüşlerdi.
Postacılarımızın görevleri sırasında ölüm korkusuna kapıldıkları zamanlar da yok değildi. Çünkü bazı yerlerde, dağ yollarında Tekeler siper kuruyor ve yolcuların üzerine ani baskınlar yapıyordu. Böyle bir baskın sırasında askeri öncü (avangard) bölümünün bulunduğu yere giden tüccarların bir kısmı öldürülmüş ve Tersakan’dan Hocakale’ye giden posta talan edilmişti.
3. BÖLÜM
Karargâhta hastalık ve sebepleri
Kuyular ve suyun durumu
Sinek
Sıkıntılı günler
Tekeler hakkında ilk haberler
At yarışları
Askeri yürüyüşe hazırlık
General Lazarev’in rahatsızlığı
Piyade askerlerin silahları, donanımı
Graf Borh kafilesinin gelişi
Atlı birliklerin siahları, donanımı
Harekât sırasında develer
Ordu birlikleri, Çekişler’e geldikten sonra, aniden hastalık baş gösterdi. Hastaların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Hastalıkların iki çeşidi yani göz ağrısı ve sonradan dizanteriye dönüşen karın ağrısı müfrezedeki askerlere çok eziyet çektiriyordu. Bu hastalıkların ikisinin ortaya çıkmasına mahalli şartlar sebep oluyordu. Göz hastalıklarının yayılmasına, güneydoğudan rüzgâr estiğinde, gökyüzü ile yeri kaplayan toz toprak neden oluyordu. Çünkü her zerresi midye kabuğunun parçasından oluşan bu tozdan, askerin Türkmen çadırlarının içinde bile korunması mümkün olmuyordu. Hastalıkların ikinci çeşidinin ortaya çıkmasına ise, su sebep oluyordu.
Çekişler’de ve çevresinde, inceleme müfrezesinin ihtiyacını karşılayacak kuyu yoktu. Ama kuyunun 1 arşın, uzağında da 2 arşın derinlikte çukur kazıldığında içilebilecek iyi bir su alınabiliyordu. Tadı Bakü’den getirilen suyun tadından daha iyiydi. Fakat bu kuyuların suyu bir günden sonra bozulup acılaşıyor, üç günden sonra da daha kötüleşiyor ve insan sağlığı için zararlı oluyordu. Hatta yüksek rütbelilerin her gün yeni kuyu kazılması yönünde sürekli emir çıkarmasına rağmen, askerler 6-7 gün önce kazılan kuyuların suyunu içiyorlardı. Denetlemenin dikkatli yapıldığı yerlerde de kuyular en az üç gün kullanılıyordu. Onlar, içlerinden geçen güneşin ateşli ışıkları altında kuyu kazmaktansa tuzlanan, bozulan, hatta kokuşan suyu içmeyi tercih ediyorlardı. Askerlerin kaynamamış suyu içmelerini engellemek ve hastalıkların önünü almak amacıyla, onlara yeterli miktarlarda çay ve şeker veriliyordu. Ayrıca çay sularını istedikleri zaman kaynatmaları için de izin veriliyordu ama maalesef bu izinleri kullanmaya imkân yoktu.
Günlerden bir gün, şöyle bir olay oldu:
Müfrezede odunun yetmemesi ve Bakü’den de kısa zamanda getirilmemesi yüzünden bütün ordu, on gün boyunca sıcak yemek yiyemedi. Bu olayın askerlerin sağlığına nasıl zarar verdiğini belirtmeye bile gerek yok. Yaz günlerinin ilk iki ayında, müfrezedeki hayat çekilmez oldu. Bir yandan 44 dereceye ulaşan sıcaklık, toz-duman, suyun tuzluluğu, diğer yandan da hiçbir iş yapmadan sıkıntı içinde oturmak, çevrede olup bitenlerden haber alamamak, çok eziyet veriyordu.
Bundan başka, Çekişler’in baş belası olan sinekler hiç rahat bırakmıyordu. İnsanları bıktıran böceklerin nasıl çileden çıkardığını, hatta en dayanıklı kişiyi bile çırpınmaya mecbur edebileceğini tahmin etmek için, Çekişler’de yaşamak özellikle de Temmuz ayında bulunmak gerekir. Hiç kimse, onlardan hiçbir şekilde korunamıyordu. Çünkü insanlara ve hayvanlara kesinlikle rahat vermiyorlardı. Bir bardak çay içene kadar, içine 15-20 sinek düşüyordu. Bir elin ile ekmeği ağzına götürürken, öbür elin ile de sineklerle uğraşmak zorundaydın. Çorbayı yudumlarken, üç-beş sineği yutmak ihmali vardı. Eğer subaylardan biri değişik bir yemek istiyorsa, meselâ öğleyin köfte yemek istiyorsa, o zaman hizmet eri bu yemeği akşam gün battıktan sonra pişirmeli idi. Böylece sinekler sabahtan akşama kadar bize hiç rahat vermiyor, ağzımıza burnumuza girecek gibi oluyordu.
Askerlerin bir kısmı sineklere o kadar alışmıştı ki onları hiç tedirgin etmiyordu. Fakat bazılarına da sinek belası, cehennem azabı gibiydi. Böyleleri gün boyu yüzünü gözünü sararak yatıyordu. Subayların bazıları da bazen söylenerek yerinden zıplayıp kalkıyor, hizmet erini yanına çağırarak, sinekleri çadırdan kovmasını istiyordu. Fakat bu çabaların hepsi boşuna idi. Çünkü on dakika geçer geçmez çadırın içi yeniden sineklerle doluyordu. Bunlara rağmen erlerin çoğu, sineklerin varlığını bile duymuyordu. Karargâha geldiğimizin ertesi günü at yataklarının arasında dolaşırken, öğle yemeğini yemekte olan askerlerin yanına vardığımda gördüklerimi hiçbir zaman unutamam:
–”Yiğitler afiyet olsun.”
–”Sağ olun. Buyurun komutanım, bizim çorbamızın tadına bakın. Elbette, buna alışmamışızdır. Fakat bizi küçümsemezseniz, gelin birlikte yiyelim.” diyerek, bir ağaç kaşığı pantolonuna silip bana uzattı.
–”Ayıp değil, tadına bakın. Çorba iyidir. İçinde bol gıda maddesi var” diyerek de arkadaşı, sözüne katıldı. Ben çömelerek oturdum. Çorbanın taneleri gerçekten de yeterliydi. Bana verilen çorbanın üstünde yağ kabarcıkları, soğan parçaları, peksimet taneleri ve 15-20 sinek görünüyordu. Kaşığı çorbaya uzattım. Özellikle de içine sinek kaçırmamak için dikkat ettim. Birlikte yemek yediğim askerlerin her biri beş altı kaşık çorba içmişti. Yanımda oturan askerin kaşığında, peksimet tanelerinin arasında bir şeyin karardığını görüp:
–”Dur, kaşığında sinek var…” diyerek seslendiğimi ve onun kolundan tuttuğumu kendim bile fark edemedim. Askerler gülüştüler. Kaşığından tuttuğum dragun ise kaşıkladığı lokmayı yuttuktan sonra, dudağını şapırdatıp durdu. Kendi kendine söylendi:
–”Yemek ayırmak olmuyor. Çünkü burası, sinek yediren yurt…”
Asker bölümlerinin muhtemelen hemen hepsinde her gün söylenegelen bu sözler, bu defa gülüşmelere yol açtı. O konuşmasını bitirdikten sonra bir başka asker, beni öğüt verir şekilde düşündürdü:
–”Biliyor