Tugan Mürze Baranovskiy

Ruslar Ahaltekede


Скачать книгу

temizlenmiyordu. Sonuçta arkaları hep yara bere içindeydi. Yaralı olmayan hiçbir deve yok gibiydi. Yük taşıyan deve, kendine mahsus adımlarıyla gidiyor, dışından baksan ondan daha dayanıklı bir hayvan yok gibiydi. Ancak, aniden durur, ne yaparsan yap yürümez, başını yukarı kaldırıp yürek sızlatan bir şekilde bağırmaya başlar. Deve bakıcısı askerler onlara vurur, süngüsünü dürter ama hiç bir tesiri olmaz. Sonuçta ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin diye yolda bırakır. Taşıdığı eşyaları da bir başka deveye yükletir. İşte o zaman hamutu palanı alındığında, altında büyükçe bir yara olduğunu görürüz. Bu yaraların kurtlanmış olduğunu görür, şaşırıp kalırdık. Ölen develerin sebebi bizzat biz idik…

      4. BÖLÜM

      Knyaz Vitgenşteyn komutasındaki kolun yola çıkması

      Asker şarkıları

      Birinci menzil

      Çöl kumu, artezyen kuyusu

      Seraplar

      Boyunbaş kuyuları, suyun durumu

      Delitepe Gölü, acılı su

      Dizanteri hastalığının çıkışı

      Güneş çarpması

      Godrolum’a kadar yol

      Gündüz molası

      Dağıstanlıların karargâhı

      Bayathacı

      Harabelik, iki rivayet

      Yağlıolum’a kadar ağır yol

      Tekecikolum

      Çat’a kadar yolun geçilişi

      31 Temmuz saat 06’da atlı askeri birlikler yola çıkmaya hazırlanmış, saflar sıraya dizilmişti. Araç gereç bölümü bir saat önce hareket etmişti. Bizim birimimizde şunlar vardı: Dragunlarm Pereyaslav Alayının 2 küçük atlı grubu, Kazakların Poltava Alayının 100 atlısı, Roketacılar Bataryası ve Kazakların Atlı Topçu grubunun yarısı…

      Bu müfrezeye komutanlık etmek görevi, İmparatorluk askerlerinin atlı birliğinin komutanı General

      Vitgenşteyn Berleburg’a verildi. Herkes, General Lazarev bizi uğurlamaya gelir diye düşünürken, o gün durumu çok kötüleşmiş, yataktan kalkamamış.

      Knyaz Vitgenşteyn, sabah erkenden saat 07’de müfrezenin yanına geldi. Selâmlaştı, sonra yürüyüşe geçmeden önce askeri kutlayan kısa bir konuşma yaptı. Biraz sonra da; “Sağ taraftan hazır olun. Harekete geçin.” şeklinde buyruk verildi. Kalpaklarımızı çıkararak, kendimizi kutsadık. (Hristiyanlara mahsus secde türü). Sonra da yürüyüşe geçtik. Askerlerin coşkun ve savaşçı şarkıları yükselmeye başladı. Buna dragunlar da büyük bir istekle katıldılar.

      Askerlerin Çekişler’de düzdükleri bu şarkılar, büyük bir moral ve zevk kaynağı oluyordu. Hatta şarkı söylemesini bilmeyen askerler bile birinci satırdan sonra katılmaya başlayıp, hep bir ağızdan koro halinde devam ettirdiler. Ancak ayaklarının altından bulut gibi yükselen tozların oluşması ve havanın kızarmaya başlaması, savaş şarkılarının yavaş yavaş bitirilmesine neden oldu.

      Birinci günde 32 versta yol geçmemiz ve Rus askerleri tarafından kazılan Boyunbaşı kuyularının yanında yatmamız gerekiyordu. Yol, başlangıçta 78 verstadan sonra tozlanıp duran kumluk yerden geçiyor, sonra toprak katılaşıp tuzlanmış biçimde karşımıza çıkıyor.

      Yola çıkmamızdan kısa bir süre sonra Çekişler gözden kayboldu. Çöllük yere ayak bastık. Dört bir yandan uçsuz bucaksız meydan yayılıp genişliyordu. Havanın sıcaklığı bizim için çok kötüydü. Dışları keçe ile kaplanmış su kapları çabucak boşalıvermişti. 10 versta geçmeden hiç kimsede su kalmayıp, susuzluk sıkıntısı baş göstermişti. Ancak yine de daha önceleri 5 verstada yetebilen su kapları, bu defa, 10 versta dayanmıştı. Çünkü asker tecrübe kazanmıştı. Çekişler’den 15 versta uzaktaki artezyen kuyularına uğrayacağımız için su bulmak ümidi içindeydik. Buna bel bağlamıştık. Konuşmalara göre, bu kuyular, şu an hazır olmalıydı. Ama oraya ulaştığımızda, kuyuların daha hazır olmadığını gördük. İki yer kazıldı, birinde su bulunamadı, diğerinde su bulunsa da içilecek gibi değildi. Hatta ağza almak bile mümkün değildi.

      –”Kardeşlerim! Su görünüyor…” diyerek askerlerin biri bağırdı. Sanki dürtülmüş gibi bütün askerler silkinerek gösterilen tarafa bakındılar.

      –”Hey! Bir göl gibi… Kenarlarında da kamış bitmiş!” dediler.

      Gerçekten de birkaç versta önde, kenarında kamış biten gölün yüzü cam gibi parlayıp duruyordu. Hatta suyun yüzü, balığın pulları gibi açık seçik, pırıl pırıl görünüyordu. Sevinerek ön tarafa doğru adımlarımızı hızlandırdık. Maalesef dudaklarımızı ısırıp kalmıştık. Çünkü gölde her şey, şu çöllük yerde adet olduğu üzere bazen göze görünen bir serap olup çıkmıştı. Böyle seraplar, ta mola yerine varıncaya kadar askerlerin gözüne devamlı görünüp durdu. Her defa yeni bir serap görüldüğünde, bundan öncekilerin serap, fakat bunun gerçek göl olduğunu, çevresindekilere inandırmaya can atan askerler bulunuyordu. Her seferinde de aldanıyorlardı. Fakat öğleden sonra saat 16’da uzakta gerçek göl ve Boyunbaşı kuyuları göründüğünde, bunun serap olmadığına inanan askere rastlanmadı.

      –”Ay! Yok, şimdi aldanmıyoruz. Senin nasıl bir göl olduğunu biz biliyoruz” deyip, bazı askerler aldanmak istemiyordu. Gölün gerçek olduğuna gözleri inandıktan sonra, kafalarını sallayıp şaşırdılar, hayret ettiler. Boyunbaşı kuyularında su, Çekişler’deki sudan daha tuzlu idi, içmek bir eziyetti. O sudan kaynatılan çay da içilecek gibi değildi. Boğazından geçirmek için bir bardak çaya bir kaşık limon tuzu veya birkaç topak şeker atmak gerekiyordu. Bir yandan da tuz, boğazı yakıyordu. Bu yüzden askerlerin çoğu, çay içmekten vazgeçti. Bu suyla sadece koyun etinden çorba yapılıp içilebiliyordu. Boyunbaşı’nda iki tane kuyu kazılmıştı. Birisi insanlar için, birisi de hayvanları sulamak için. Gölün suyu da içilecek gibi değildi.

      Ertesi gün sabah saat 6’da yolumuza devam ettik. Çevrede ot çöp görünmüyordu. Toprak sıcaktan cayır cayır yanmıştı. Sadece bazı yerlerde yandak otu biten alanlara rastlanıyordu. Bu kendine has özelliği olan çöl bitkileri için, develerin tek yiyeceği demek daha doğru olur. Bu bitkinin boyu kısacık, kökü birkaç koldan ibaret, kapladığı alan ise 1 metreye yakındı. Bu kollarda seyrek olarak sert, sivri ve uçlu dikenler var. Dikkatsiz davranan askerler ve atlar, bu bitkinin yanından geçerken ayaklarını yaraladılar. Çünkü yandak bitkisinin dikenleri öyle sert ve sivriydi ki elbiseleri delip geçiyordu. Bu yüzden askerlerin ayakkabıları eskidi, onlar da sonra deve veya koyun derisinden kendisine ayakkabı dikmek zorunda kaldılar. Bunu yaparken de bu bitkinin dikenlerini iğne olarak kullandılar.

      O gün saat 10’da müfreze, boylu boyunca uzanan, kıyılarını kamış kaplayan Delitepe Gölüne ulaştık. Bu gölün suyu da hem acı hem tuzlu idi. Ağza alınacak gibi değildi. Gölün yanında kazılan kuyuların suyu da bundan farksızdı. Bu durum yüzünden, susayıp da içmemesi için kuyuların yanına hemen nöbetçi dikildi. Yeni kuyular kazmak üzere de bir bölüm görevlendirildi. Ancak son kazılan kuyuların suyu da acı ve tuzlu çıktı. Göl suyuna bakarak daha iyiydi fakat yine de içilecek gibi değildi. Buna rağmen susuzluk bütün hararetiyle sürüyordu. Dişimizi sıkıp bu suyu kullanmak zorunda kaldık. Bizim o gün içtiğimiz çorba ve çayın tadı sözle anlatılacak gibi değildi. Çaresizlik, içmek zorundaydık ve içtik. Çayı ancak en kızgın halinde, ağzı dili yakacak şekilde içmek mümkün oluyordu. Çünkü soğuduğunda mideyi bulandırıyor, susuzluk ne kadar eziyet verse de bir yudum bile içilemiyordu.

      Uzun