Karakaş Şuayip

Özbek Edebiyatı Yazıları


Скачать книгу

Moskova, İstanbul, Avrupa, Amerika üniversitelerinde okumak lâzımdır. Bu üniversitelerde okuyacak olanlar tıp, hukuk, mühendislik, iktisat, felsefe ve pedagoji ilimlerini öğrenecekler ve çar hükûmetinin idarî kadrolarında görev alarak vatana ve millete hizmet edeceklerdir. Fakat bu işlerin olabilmesi için Türkistanlı zenginlerin maddî yardımda bulunmaları gerekmektedir. Nitekim Kafkasya, Orenburg ve Kazan’ın Müslüman zenginleri, bu iş için çok para sarfetmekte ve fakir çocuklarını okutmaktadırlar. Bay, Ziyalı’nın bu anlattıklarını uyuklayarak dinlemektedir. Konuşmanın sonuna doğru uykuya dalan Bay, horlamaya başlar. Bu vurdumduymazlık karşısında Ziyalı, mendiliyle göz yaşlarını silerken, “İlâhî ya Rabbî! İslâm ümmetinden ve bilhassa biz Türkistanlılardan merhametini esirgeme!..” diye dua ederek Bay’ın evini terk eder. Behbûdî Efendi, bu düşüncelerini açıklarken İslâm dininin ilme ve öğrenmeye verdiği önemi ifade eden âyet ve hadisleri de delil olarak zikreder.

      Türkistan’da fakir çocuklarının okuyabilmelerine imkân sağlamak üzere “cemiyet-i hayriye”lerin kurulup yaygınlaşmasında da önemli hizmetlerde bulunan Behbûdî Efendi, cehaletin, Türkistanlılar için en büyük belâ olduğunu düşünmektedir. İşte bu cehalet sebebiyle Bay, mektebe göndermemek sûretiyle kendisi gibi cahil yetiştirdiği oğlu tarafından parası için öldürülür. Zira oğlu Taşmurad, bilgisizliği yüzünden edindiği fena arkadaşlarının baştan çıkarmasıyla babasının yattığı odasındaki kasanın soyulmasına yardım eder. Ancak kasanın açılırken çıkardığı gürültüyle uyanan Bay, oğlunun da yardımıyla bıçaklanarak öldürülür. Böylece Taşmurad “pederküş”, yani baba kâtili olur. Öldürülen Bay ile baba kâtili olup Sibirya’ya sürgün edilen oğlu Taşmurad, cehaletleri sebebiyle böyle feci bir âkıbete uğramışlardır. Behbûdî Efendi, zenginliğin tek başına bir işe yaramayacağını, bilâkis cahillerin elinde felâketlere sebep olabileceğini ihtar etmektedir. Türkistanlılar, yine cehalet sebebiyledir ki, “vatansız, derbeder, esir, fakir, bîçare” durumuna düşmüşlerdir; “terakkî” bilginin, “esaret” ise cehaletin eseridir. Dolayısıyla Türkistanlıların bu fena vaziyetten kurtulabilmek için çocuklarını okutmaktan başka çareleri yoktur.

      Pederküş piyesi, sergilediği olay basit gibi görünmekle birlikte Türkistan’ın kangren hâline gelen bir meselesini, yer yer pendnâme tarzında olsa bile karikatürize ederek seyircinin dikkatine sunması bakımından önemlidir. Türkistan’ın içinde çırpınarak can çekiştiği cehalet batağını, sade bir dille ve Türkistan için tamamen yeni bir teknikle, sahne vasıtasıyla gözler önüne seren bu eser, yeni bir edebî devrenin, yani Cedit edebiyatının da müjdecisi olmuştur. Behbûdî Efendi, bilhassa bu özelliği sebebiyle Türkistan edebiyatında öncü rolünü oynamış önemli bir şahsiyettir.

      2. Gazete ve Dergilerde Yayımlanan Yazıları

      Yukarıda da ifade edildiği gibi Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin gazete ve dergilerde neşrettiği yazıları üzerinde bugüne kadar herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Onun kaleminden çıkan yazıların çok az bir kısmı, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çeşitli vesilelerle muhtelif eserlerde tekrar yayınlanmıştır. Bu son bölümde, Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin düşünce dünyası ile zihnini meşgûl eden meseleler hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabilmek maksadıyla, temin edebildiğimiz iki eserde yer alan yazıları hakkında bilgi verilecektir. Büyük bir yekûn teşkil ettiği tahmin edilen ona ait yazıların on iki tanesi, Prof. Dr. Begali Kâsımov’un Mahmudhoca Behbudiy (Taşkent 1997) adlı kitabında yayımlanmıştır. Bu yazılarda, muhtelif konular ele alınmıştır. Yine onun imzasını taşıyan yedi yazı, Kâmilcan Hâşimov ile Safâ Açıl’ın müştereken hazırladıkları Özbek Pedagogikası Antologiyası (Taşkent 1995) adlı eserde kısmen iktibas edilmiştir. Bu eserdeki yazılarda ise sadece eğitim kurumlarının ıslahından ve eğitimin öneminden bahsedilmektedir.

      Behbûdî Efendi, Til Meselesi ( Ayna, 1915, nu. 11-12, s. 274-277, 306-311)32 adlı yazısında, evvelâ, “Türkçenin şubeleri olan Özbek-Çağatay, Tatar, Azerbaycan, Kazak ve Türkmen lehçeleri”ndeki yeni matbuatın en önemli meselelerinden saydığı imlâ bahsinden söz eder. Vaktiyle Arapça ve Farsçadan alınmış olan kelimelerin, artık Türkçenin aslî unsuru hâline geldiğini ve hattâ Osmanlı dilinin de bu şekilde oluştuğunu bildirdikten sonra, bütün şiveleri, ihtiva ettikleri Arapça ve Farsça kelimeler bakımından değerlendirmekte, Farsçanın Türkistan’daki nüfuz bölgelerini tespit etmekte, “fen ve hüner” terakkî ettiği için yeni çıkan ve yabancı isimler taşıyan eşyaya Türkçe isim verecek kurumları kurarak “Türk dilimize” hizmet edecek ilim adamlarının bulunmaması sebebiyle yabancı dillere ait isimlere mecbur kalındığını söylemektedir. Yazının devamında, Türkistan’da, Türkiye’deki Genç Kalemler’le aynı zamanda ortaya çıkan dilde sadelik taraftarlarına itidâl tavsiye ederek herkesin anlayıp kullandığı Arapça ve bilhassa Farsça kelimeleri muhafaza etmenin lüzumundan bahsetmekte ve bu kelimelere ait çokluk şekillerinin, Türkçenin kurallarına göre yapılması gerektiğini bildirmektedir. Buna dair örnek verirken “ulûm, fünûn, ulemâ, kuzât” yerine, “ilimler, fenler, âlimler, kâzılar” yazmanın daha doğru olacağını kaydetmektedir. Dili sadeleştirirken tasfiyeciliğe kalkışarak “eski Çağatayca, Moğolca, Orhunca ve bozkır dillerini” diriltmeye çalışmanın fayda getirmeyeceğini ve yabancı kelimeleri imkân nispetinde az kullanarak yazmaktan başka çarenin bulunmadığını söylemektedir.

      İkki Emes, Tört Til Lâzım (Ayna, 1913, nu. 1, s. 12-14)33 adlı yazıda, Türkistanlıların Türkçe ile beraber Farsça, Arapça ve Rusçayı da bilmeleri gerektiğinden söz edilmektedir. Türkçenin yanında Arapça ve Farsçanın da yüzyıllardan beri ilim ve edebiyat dili olarak kullanıldığı hatırlatılarak bu dilleri bilmenin eski eserlerden istifade edebilmek için şart olduğu bildirilmektedir. Bu arada, Osmanlı Türkçesini öğrenmenin de ayrı bir önemi bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü bütün dillerdeki yeni ve faydalı kitaplar Osmanlı diline tercüme edilmektedir. Bu sebeple, Osmanlı dilini bilen birisinin, “çağı” da bileceği ifade edilmektedir. Rusça ise, Rus idaresi altındaki Türkistanlıların yaşayabilmeleri için, varlıklarını devam ettirebilmeleri için öğrenmek zorunda kaldıkları bir dildir.

      Sart Sözi Mechûldür (Ayna, 1915, nu. 22,23,25,26, s. 314-315, 338-340, 386-388, 478-480)34 adlı makalede, Türkistanlıların soy itibariyle “Sart”ların torunları olduğu iddiasına cevap verilmektedir. Behbûdî Efendi, Rus müsteşrik Nikolay Petroviç Ostroumov’un “hiçbir delile dayanmayan” Sartlar adlı kitabına ve Rusların tamamen siyasî maksatlarla ileri sürdükleri bu yöndeki iddialarına cevap verirken tarihin hiçbir döneminde “Türkistan”da ve bütün “Turan”da bu adı taşıyan bir kavmin yaşamadığını kaydettikten sonra, Türkistan’da Türklerden başka sadece Tâcik ve Arapların bulunduğunu bildirmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da Sart adını taşıyan bir kavmin bulunmadığını izah ederken evvelce Semerkand’da yapılan cülûs merasimlerini hatırlatmakta ve şunları kaydetmektedir: “Türkistan’da meşhur olmuş doksan iki boyun içinde Sart yoktur. Hanlar zamanında, bu doksan iki boyun temsilci ve aksakalları, Semerkand’da toplanır ve yeni hükümdarı ‘han’lık tahtına oturtmak suretiyle ‘cülûs’ merasimini icra ederlerdi. (…) Köktaş, Emir Cihangir Timur Sâhipkıran’dan kalma taş bir tahttır ki, Türkistan’daki Türk halklarından doksan iki boyun aksakal ve diğer ileri gelenleri toplanır ve beyaz bir keçe üstüne bindirdikleri yeni hanı hepsi birden kaldırarak Köktaş tahtına oturturlardı. Bu andan itibaren han ve emir ilân edilip nakkâre ve boru çalınırdı. Emir, bu doksan iki boyun aksakallarına altın, hil’at, at ve tuğlar