Beysenova Şerbanu

Marguva


Скачать книгу

bir güç bunları mutsuz, karanlık ve azaplı bir yola özellikle yönlendiriyor gibiydi.

      Mukan’ın sevinç ve istekle başladığı işten dertle tasayla eve dönüşleri sıklaştı. Zaten kendisi de çok konuşkan bir adam değildi, iyiden iyiye suskunlaşmıştı. Eve gelir gelmez çalışma odasına geçip saatlerce hareketsiz bir şekilde orada oturuyordu. Onu takdirle övgüyle aldıkları işyerinde huzurunun kalmadığı her halinden anlaşılıyordu. Marguva bunu sonradan anladı. Meğer her gün kötü muameleye maruz kalıyormuş. Üstekiler, halk düşmanlarını ifşa etmiyorsunuz, onlarla mücadele konusunda kılınızı kıpırdatmıyorsunuz diyerek her gün onları hizaya çekiyor, burunlarından getiriyorlarmış. Birliğin birinci sekreteri aceleyle Moskova’ya gitti. Edebî işlerin yoğunluğu nedeniyle o gidişinin ardından uzun süre dönmedi. Zorlu günlerin bütün ağır sorumluluğu sadece yirmi beş yirmi altı yaşlarındaki Mukan’a yüklendi.

      Önünde neyin beklediğinin bilinmediği bîmalum bir dünya işte! Bunu bilseydi Mukan da Leningrad’dan dönmezdi. Ahh, keşke!

      Kanı kaynayan çağında önce Mukan’ı, uzak bir köşesindeki dünkü göçebe Kazak’ın esmer kır balasını okutup, enstitü bitirtip, oradan da Kün Kösem adlı şehre üç yıl gönderip bilim aşkını doyuran Sovyet Hükümetine inancında en ufak bir zafiyet yoktu. Sovyet Hükümetine düşmanlık besleyenler var dediklerinde buna hiç inanmak istemedi. Şayet varsa da o halde düpedüz kendisine de düşmanlık besleyenler var demektir diye düşündü. Önüne çıkanların hepsini kasıp kavurarak yok eden tehlikeli kara kasırgaya karşı tecrübesiz genç delikanlının dayanması o kadar kolay değildi. Gençliğin verdiği saflığını, siyasetten anlamayışını fırsat bilerek onun bu halinden faydalanan sinsi sistemin düzeni hiç acımadan onu da çarkın içine çekti. Her devirde birileri birilerini maşa olarak kullanır. O dönemde bu iyice artmıştı. Marguva bunu düşündüğünde hâlâ pişmanlık ile ahuzar ediyordu.

      Yukarıdan gelen ferman katıydı. Ferman gereğince her gün toplantı, her gün yaygara… Mukan’ı makale yazması için zorluyorlardı. Oturduğu makam da onu buna mecbur ediyordu. Çaresizlikten makale de yazdı. Yazdı demeyelim, yazdırdılar. Yazdırırken de kalemini o dönemin ideolojisinin mürekkebine batırarak yazdırdılar. İşte hepsi buydu, kuru ota kıvılcım sıçramışçasına parlayarak yanmaya başladı. Sevgili Mukan! Onun iftiradan neler çektiğini sadece Allah bilir, bir de Marguva. Bir talihsizlikle ona yapışan yazdığı bir şeyin ömür boyu süreceğini, boynuna kara bir taş gibi bağlanacağını, ahir ömründe yüzünde kara bir leke olacağını kim tahmin ederdi ki…

* * *

      Hastane odası kararmıştı. Marguva belirsiz bir süre karanlık bir odada yatmayı istemiyordu elbette. Ancak kalkmasına izin yoktu, şimdi çaresiz ona denileni yapıyordu.

      “Kızım, yatağımın başındaki lambayı yakar mısın lütfen!” diyerek hemşireden rica etti.

      “Tabi teyzeciğim.”

      Lambanın loş ışığı odayı aydınlatarak odadaki karanlığı dağıtıverdi. Fakat Marguva’yı daldığı derin düşüncelerden çekip çıkaramadı.

      “Teyzeciğim uyuyunuz. Kolunuzdaki iğneden endişe etmeyiniz. Ben başınızda bekliyorum.”

      “Uyu dediğinde keşke hemen öyle uyumak kolay olsa ya…”

      “Sağ ol evladım!”

      Marguva’nın gözleri kapansa da düşünceleri uyanıktı.

      4

      “Halk düşmanı” diyerek sütün üstündeki kaymağın hepsini yalayıp yutan zulmetin yavaş yavaş onlara da yakınlaştığını o sırada kendileri de bilmiyorlardı.

      1938 yılının ağustosu geldi. Bir gün gece yarısında kapı güm güm çalmaya başladı. Mukan kalkıp lambayı yakıp giyinene kadar sabredemiyorlardı, durmaksızın kapıyı yumrukluyorlardı. Ürpererek Marguva da kalktı. Kocası kapıya doğru yöneldi.

      “Bu hiç hayır değil. Beni götürmeye gelmiş olmalılar. Dönüp dönmeyeceğim belli olmaz. Çocuklara sahip ol!” diyerek bunu tembihledi. Marguva ise ağzı dili bağlanmış, durduğu yerde donakalmıştı.

      Kapı açıldığında bakışları soğuk, uzun kara parkalı üç asker görünümlü kişi haldır huldur içeri giriverdi.

      “Kaptagayev siz misiniz?” diyerek hızla odaları kontrol ettiler. Herhalde yabancı birinin olup olmadığından emin olmak istiyorlardı. Yüzü bembeyaz olan Mukan çekinerek “Evet evet!” dedi.

      “Bu, sizi tutuklamak ve evinizi aramak için verilmiş emir.” diyerek elindeki tek sayfalık bir kâğıdı neredeyse onun gözünün içine soktu.

      “Giyininiz. Bizimle birlikte geleceksiniz.”

      Evin altını üstüne getirip, iki kitaplığın ve çalışma masasının, yine başka ufak tefek şeylerle giyim kuşamların bulunduğu odayı kapatıp kapısını kilit ile kilitlediler.

      “Bizim iznimiz olmadan açmayacaksınız!” diye emrettiler.

      “Haydi, çabuk hazırlan!” diyerek ne giyeceğini ne yapacağını bilemeyip şaşkına dönen Mukan’ı iyice telaşlandırdılar.

      “Şimdi ben ne diyeyim? Dilerim Tanrı tekrar görüşmeyi nasip etsin! Çocuklara iyi bak!” diyerek kolları arkasında bağlanıp asker görünümlülerin önüne düşen kocası gecenin karanlığında kaybolup gitti. “Halk düşmanı”, “Halk düşmanı” diyerek radyodan gece gündüz çığırtkanlık yaptıkları düşmanı Marguva kendi gözleriyle hiç görmemişti. İşittiğinde tüylerini diken diken eden, korku uyandıran bu düşmanın, Tanrı’nın sopasını yediğinde, kendi örtündüğü yorganının altından çıktığını gören hayretler içindeki Marguva birdenbire yere yığılıverdi. Eli ayağı buz kesti, vücudu kasılıp kaldı. Üç çocuk üçü birden feryat figan ediyordu. Evin içi ağıt yas… Marguva bunu duymuyordu.

      Baygın olarak ne kadar yattığını bilmiyordu. Bir süre sonra ayıldığında ağlamaktan yorgun düşen küçük çocuklarının her birinin bir tarafa uyuyup kaldıklarını gördü. “Allahım, yavrularım benim!” diyerek Marguva güçlükle yerinden kalkmaya çalıştı. Birazcık kendine gelip onlara baktı ve bir süre olduğu yerde sessizce kaldı. “Bu talihsiz yavruların hâli şimdi ne olacak? Bundan sonra onlara hiçbir zaman kurtulamayacakları ‘halk düşmanının çocukları’ damgası vurulacak. Kime gidip derdimi anlatacağım, kimden merhamet dileyeceğim?” Çocuklarının ahvalini düşünmek çok can acıtıcıydı. İçini büyük bir üzüntü kapladı, sanki bu acı içini alev alev yakıyordu. Nereden geldiğini anlamadığı bir ürperti bütün vücudunu sardı, sanki etrafında soğuk bir rüzgâr esiyormuş gibi titremeye başladı.

      Yerinden kalktı, üzüntü içini alev alev kavuruyordu, ağlıyordu. Çocuklarını sırayla yerden kaldırıp yataklarına yatırdı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Eli ayağı hiç tutmaz olmuştu. Bütün gücü kuvveti de sanki kocasıyla birlikte gitmişti. Çocuklarına bakıyor ağlıyor da ağlıyordu. O sıradaki ağlayıp feryat figan edişi, eğer Tanrı var ise kesinlikle Tanrı’ya ulaşmıştır diye düşündü. “Babalı yetim olmaları için bu çocukların ne günahı vardı? Mukan’ın suçu neydi?” diye ağlıyordu. Ama ağlamaya da takati kalmamıştı.

      O dönemde Kaysar beş, Jiger üç yaşındaydı, Medet ise altı aylıktı henüz annesini emiyordu. Ağlayıp ağlayıp ne yapacağını bilemeyen Marguva’nın zihninin derinliğinde bunların artık yeryüzündeki anaları da, sığınacakları da kendisi olduğunu, kendisinden başka güveneceği hiç kimsenin kalmadığını anlatırcasına garip bir düşünce belirdi. Bu düşünce yavaş yavaş onu kendine getirdi, deminki çaresiz