hisseder gibi heyecanlanıp kalbi hızla çarpmaya başladı. Oturduğu yerden kalkıp kaçmak istedi, ama omuzlarından tutan, ne olduğunu anlamadığı bir güç onun yerinden kalkmasına izin vermedi. Herhalde bu mollanın gücü olmalıydı.
Annesiyle başka konular hakkında konuşmaya başlayan molla bir an, bunların artık içinde bulundukları ortama alıştıklarını düşünerek sözü bunların meselesine getirdi.
“Hanımefendi, kızının kutlu bir meleği varmış. O, düşte ak sakallı ihtiyar olarak görünmüş. Korkmasın! Yine görebilir. Ona insanın iyesi denir. O herkeste olur. Fakat göze görünmez. Sadece özel kişilere görünür. İyeyi tutmak kolay değildir. Temizliğine dikkat etsin. Ala ipten atlamasın5. İyeler alıngan olur. İyesini kızdırırsa iye onu çarpar. Çok vakit geçirmeden ilk dünürcüsüne çocuğunuzu verin. Bu düşün yorumu böyledir. Bahtı ve çileyi birlikte görecek. Alnına yazılan yazı bunu söylüyor. Neticesi hayırlı olacak. İyesine sadakatli olursa Tanrı onu korur…” diyerek sözünün sonunu yutup her söylediği sözü bir varsayımla bitirdi.
Annesinin sabrı tamamen tükenip daha da beter kaygılanmaya başladı. Mollaya saygıyla bakarak bunu okuyup üflemesini rica etmişti ya o zaman. Hey gidi sevgili annesi! Mollanın okuntulu su vermesi, annesinin o suyu uzunca bir süre ona içirmesi aklında kalmıştı. Onun faydası dokundu mu, dokunmadı mı? O tarafını sadece Allah bilir. Tam o sırada bunun kafasının içinde “İye dedikleri kim?”, “Kızı vermek de ne oluyor?” gibi deli sorular dönüp duruyordu. Demin işittiği sözleri tam olarak anlayamadığı aşikârdı. Mollanın söylediği bu sözler ona çok ağır gelmişti. Kesilmiş cezasının söylenmesi gibi, titreme içinde hareketlenmişti. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu, onu huzursuz eden bu yerden çabucak kaçmak için acele etmişti.
Eve gelir gelmez önceki yıl Orınbor’dan Ahmetsaki ağabeyinin getirdiği küçücük el aynasına odaklanıp uzun uzun bakmıştı. Eğer alnına yazılmış bir yazının olduğu doğruysa onu kendisi de görmek istiyordu. Fakat açık alnında hiçbir iz yoktu, bembeyazdı. Neresinde yazı vardı? Açık ak alınlı, hilal kaşlı, kahverengi gözlü sarışın kız aynadan masumca bakıyordu. Sarışın yüzünde hafif bir kırmızılık belirmişti. İnce dudaklarının arasından inci gibi parlayan dişleri göz alıyordu. Alnında hiçbir yazı bulamadığı için öfkelenen o, büyükler söylüyorlar işte diyerek meseleyi kapatmıştı.
Mollanın söyledikleri birkaç gün onu düşündürmüştü ama daha sonra aklının ucundan bile geçmez olmuştu. Hatta tamamen unutmuştu. Yalnızca annesinin huyunda değişiklik olmuştu. Annesi bunu gözünün önünden ayırmamayı alışkanlık haline getirmişti. Kıra çıkıp çiçek topladığı günler, yaylanın tadını çıkarmalar sona ermişti. Bir yere gitmek istese annesi onun yanında ya erkek ya da kız kardeşlerini de beraberinde gönderiyordu.
“Sen artık oyun çocuğu değilsin. Yetişkin oldun, orada burada gezme, evde otur.” diyerek evden dışarı adım attırmıyordu. Dikiş diktiriyordu, oya işletiyordu, dantel ördürüyordu. Neticede hangi iş olursa olsun annesinin buna verdiği görevler bir türlü bitmez olmuştu. Acaba önceden el işleri yapmadığı zamanlarda günlerini nasıl geçiriyordu? İşte, şimdi, bütün işlerin halledilmesi onun yardım etmesine bağlıymış gibiydi. Bu huzurlu günler de çok uzun sürmemişti.
Hemen o yaz ucube mollanın açık açık söyledikleri doğru çıktı. Baganalı yurdundan bir grup insan Tanrı’nın takdir ettiği dünürüz diyerek çıkageldi. Onlar ilk defa kız istemeye gelmiş gibi değil, önceden beşik kertmesi dünürleriz diyerek, eskiden verilen sözleri dile getirip, zaten hakları olanı almaya gelmiş gibi, heybetli bir şekilde, üstelik hediyeleriyle gelmişlerdi.
Marguva şaşkınlık içindeydi. Hey gidi kızların lale gibi kısacık süren ömrü hey! Gece gündüz kırda kelebek kovalayıp, gül toplayan o, kendisi de yeniden çiçek açmaya başlamış bir zambak değil miydi? O, nazik yapılı, hayalperest, yerinde duramayan bir kızdı. Artık gerçekten de büyümüş müydü? Yüreği, boynuna hamut takılmış asi bir kısrak misali direnerek hiç durmadan endişeyle çarpıyordu.
“Bu gelenler kimdi?”, “Büyükler neye karar verdiler?” Marguva’nın duymadığı ve bilmediği çok şey vardı.
Arka döşünde yazın yaylada, kışın kışlakta huzur içinde konup göçen göçebe halk arasında adı dört bir yana yayılmış bunun Tüsip hacı dedesini bilmeyen nadirdir o dönemlerde. Bu gelen dünürlerin büyük dedeleri de Kaptagay hacı idi. İki ailenin ileri gelenlerinin makam mevkileri de zenginlikleri de birbirlerinden geri kalır değildi. Yazın yayladıkları yer olan Ulutav, kondukları ortak yerdi. Eski devirlerde birlikte yaylayıp kışlayan aileler eskiden de içli dışlı dünürlük yoluyla akrabalarmış.
Bunun daha bebekliğinde dedeleri akrabalıklarını perçinlemek için torunlarını beşik kertmesi yapmış olmalılar. Çocukların büyümelerini beklerken zamane rüzgârı farklı esti. Sahrayı karıştıran bunların bilmediği yenilikler bunlara da ulaştı. Bunların içinde korkunç olanları da az değildi. Bu gelen konukların anlattığına göre, halk zengin fakir, hoca molla olup ayrılmış, insanların arasında nifak çıkmış. Kadın eşitliği diyerek göklere çıkardıkları mesele dört bir yana yayılmış. “Başlıkparası kaldırılsın!” diyerek başlatılan kargaşa büyümüş. Vakti zamanında dualarla birbirlerine söz verenler sözlerinden cayarak dünürlük akitlerini bozanlar çıkmış. Şimdilerde sözlüsünü alamayanlar artmış gibi görünüyordu. Bütün bu meseleleri zeytin yağdan kıl çeker gibi taktiksel bir şekilde anlatan Baganalı halkının eski dünürlerinden vazgeçmek niyetinde olmadıkları, bu düşüncelerini iletmek için geldikleri anlaşıldı. Çocukları birbirlerine gösterip dünürlük akitlerini sağlamlaştırmayı uygun görmüşlerdi. Bunların düşüncelerini, gönüllerinden geçeni öğrenmek düşüncesindeydiler.
Gelin ile damadı tanıştırmaları da ilginçti. Bu mesele aklına geldiğinde Marguva hâlâ mutlu olup gülerdi. Küçük ağabeyinin çadırında damat ile onu yalnız başlarına koymuşlardı. İkisi de gencecikti o zamanlar. Birbirlerinden o kadar utanıyorlardı ki başlarını kaldırıp birbirlerinin yüzüne bakamamışlardı. Yengelerinin oturttuğu yerde yalnızca suspus oturmuşlardı. Hepsi buydu. Dillerini yutmuşlar gibi tek bir söz bile etmemişlerdi. Yalnızca göz ucuyla birbirlerine bakmışlardı. Aklında kalan tek şey, kulaklarına kadar kızaran damadın teninin iyice koyu göründüğüydü. Marguva bundan hoşlanmadı. Esmer birinin çok kızarmaktan dolayı yüzünün mora çaldığını o zamanlar Marguva nereden bilsin?
Tanıştırma merasimi bitti, iki taraf dünürlüklerini yeniden tazelemiş olmakla birlikte kız tarafı açıkça tavrını belli etmedi. Son kararlarını söylemediler ve kız vermeyi daha sonraya bıraktılar. Dünürler birbirleriyle iletişim içinde olmaya karar verip atlanıp yurtlarına döndüler. Marguva buna çok sevindi. Birileri gelip gitmişti işte. Bunun üzerinde durmaya gerek yoktu. Kızın korkuyla çarpan yüreği eskiden olduğu gibi sakinleşmişti. İçindeki ürperti gitmiş gibiydi. Neden o kadar korkmuştu ki sanki?
Orınbor’da çalışmakta olan ağabeyi Ahmetsaki tatil için memlekete döndü. Kıra kendisiyle birlikte yeni zamanın bir dünya yenilik haberlerini de getirdi. Bunların hepsini bazen ilginç, bazen korkutucu, bazen ümitli olarak anlatmıştı. Halkın ileri gelenleri hoşgeldine gelip ondan her şeyi soruyor, dost meclisi kurup sohbet ediyorlardı. Yengesine ikram faslında yardım eden Marguva da sohbet meclisine girip çıkıp onların konuştuklarına kulak kabartıyordu. Bir şeyler duymasına rağmen bu konuşulanların hepsi ona çok ama çok yabancı geliyordu.
Evin içindeki özel bir sohbette Marguva’nın fark ettiği şey: Bununla evlenmek isteyen damat adayını ağabeyi tanıyormuş, o da ağabeyi gibi Orınbor’da