Beysenova Şerbanu

Marguva


Скачать книгу

duymamaya başladı.

      Büyüklerin geçen defa dünürlere açıkça cevap vermeyişlerinde meğer bir hikmet varmış. Ahmetsaki ağabeyinin gelmesini bekliyorlarmış. Ağabeyi “Çocuk, iyi çocuk, amacı doğru dürüst, okumaya bilgi sahibi olmaya tutkun. İlerde yükselir. Kız verilebilir.” demiş olmalı. Ondan sonra herkes bir araya gelip kızın çeyizini hazırlama işine girişmişti.

      Düşünde gördüğü ak elbiseli, ak sakallı ihtiyarın söylediği gibi, kendi dizginlerini başkasına vermesi bu olsa gerek, Marguva’nın damat adayına içi ısınıp ona karşı düşünceleri değişti. Önceden hiçbir şey hissetmezken şimdi gönlünde nazik duygular yeşermeye başladı.

      Halkın yayladan göçtükleri zaman dünürler yine çıkıp geldiler. Kız tarafı, akrabalarının hepsi kız uğurlama toyunu yapıp bütün çeyizini tamamlayıp üç deveye yükleyerek yanına koyun bağlayıp uğurladılar. Akraba boy ile birlikte Ulutav’dan aşıp Sır boyuna, Baganalı yurduna doğru yola çıktı.

      Daha sonra… Evet, daha sonraki ömrü taşkın ırmağın suyu altında kalan oyuk misali yok oldu. Azgın bir nehirle birlikte o da savruldu. Akıntısı kuvvetli ak derya sayısız defa yatağından taştı, sayısız defa suyu çekilip yatağında aktı. Rüzgârın götürdüğü kuru bir yaprak misali zamane esintisi ne yana doğru estiyse o da o yana doğru savruldu. Ömür ırmağı halen durmaksızın akıp gidiyor. Nerede duracağını bu güne kadar kim bilmiş ki? Ulu muhite ulaşır mı, yoksa su ayağı, ortadan kaybolur da toprak altına sinip gider mi? Bunu kim tahmin edebilir ki?

* * *

      Geçende ışık hızıyla Marguva’nın aklına ne çok şey gelmişti. Her şeyin başı bir geliyor, sonra her şey siliniyor, kendisi de her şeyi karıştırmaya başlıyordu. Bütün gücünü toplayarak “Totı, hey Totı!” diye halsizce seslenerek gelinini çağırdı.

      “Buraya bir gelir misin?”

      Annesinin sesini işitip onun isteğini yerine getirmek için hazırda duran oğlu da Marguva’nın odasına gelin ile birlikte girdi.

      “Totıcan, benim kefenlerimi hazırladın mı?” diye kesik kesik zar zor konuştu.

      Gelini “evet” mi “hayır” mı diyeceğini bilemedi. “Evet” derse “Evet, artık tasasızca öbür tarafa gidebilirsin.” demek istiyormuş gibi algılanacağını düşündü. “Yok” derse annesinin ricasını kulak ardı etmiş gibi olacaktı. Cevap olarak ne diyeceğini bilemedi, duraksadı.

      Onu kocası kurtardı bu defa.

      “Anne, nasılsın? Noldu, babam düşüne girdi de seni mi çağırıyor? Çocuklarımın yanında olmaya devam edeyim, sen bekleyedur, acele etme demedin mi?” diyerek şaka yapmak istedi.

      O, sözü uzatarak yavaşça “Gidin şura-daaan!” dedi. “O, cennetteki huri kızlarını görüp beni unutup gitti diyorum, erkenden.” Kocası hayattayken onunla uğraşıp laf dokundurarak cilve yapma alışkanlığı vardı, şimdi bir kez daha bu alışkanlığına dönüş yapıp ona laf çarpmıştı. Onun bu sözünden sonra çocukları mutlu oldular.

      “Bilmiyorum… ‘Babanıza gidiyorum.’ diye geçmişte aklı ermeyen bizleri babaannemize bırakıp yayan yapalak Sibirya’ya gitmiştin ya işte…”

      “Eee! O zaman başkaydı. Düş gördüğüm gerçek. Fakat düşüme babanız girmedi. Sizin babanız sadece cennete layık insandır, cennette tasasız yaşıyordur da. Düşüme iyem girdi bu gün. Öylesine girmiştir mi sanıyorsunuz? Alıp gideyim diye düşüme girmiş olmalı…” Sözün sonunda soluklanıp yorgun düştü.

      Totı hemen ona yardım etti.

      “Anneciğim, şimdi babaannemiz yok, bizi kime bırakıp gideceksin?” dedi oğlu şımarıklık yaparak annesinin elini avcunun içine alıp sevgiyle okşayıp yüzüne sürdü. Annesinin çok zayıfladığını o anda fark etti.

      Yüzünde neşe ifadesi belirdi, kırışıklarla dolu yüzü gülümseyerek o oğluna ters ters bakıp “Kime bırakacağım? Hanımına… Senin durumun kötü olmaz. Evin huzurlu, çocukların hepsi yetişkin oldu. Medetcan’ım nap-sın?” dedi. Küçük oğlunu anınca yüzünde deminki neşeli gülüşün kırıntısı bile kalmadı, hüzünlenip dudak büzerek yüzünü duvara doğru çevirdi. “Medetcan”, “Elimdeki yükümü alan Medet’im benim!” Marguva’nın bahsettiği Medet onun küçük oğlu idi.

      Koridordaki seslerden doktorun geldiğini anlayıp memnuniyetsiz bir tavır takındı. “Ah çocuklar! Boş yere çağırmışsınız. Onlar artık bana ne yapabilirler ki?”

      Gelen doktor nabzını ölçtü, kalbini dinledi uzun süre onunla ilgilendi. Oğluyla uzun uzun fısıldaştı. Bir süre sonra oğlu yanına geldi.

      “Anne, doktor seni hastaneye götürelim diyor. Bir süre hastanede tedavi olup dönmen iyi olur. Hemen iyileşirsin.” diyerek onun gönlünü etmeye çalıştı. “Sen gayet sağlıklıydın. Biraz tedavi olup çıkarsan sapasağlam olacağın kesin. Önümüzdeki yıl yeri yerinden oynatıp babamla senin jübilelerinizi yaparız, bak sen gör o zaman. O yüzden senin gücünü toplaman gerekli.”

      Marguva belli belirsiz gülümsedi. “Siz jübileyi ümit ediyorsunuz. Oysa ben, bu gün mü yarın mı diye sersefil halde yaşıyorum.”

      “Evde yatmak benim için iyi olurdu. Tedaviyi evde yapsalar olmaz mı?”

      “Bunu kabul etmiyorlar.”

      Marguva giyinmek için kalkmak istedi ama kalkmasına izin vermediler.

      Kendine bıraksalar gitmezdi elbette. Bunu dinleyen kim? İnsanın kendi yatağında rahatça ölmesine de izin vermiyorlar. Hareket etmesine izin vermeyerek sedyeye koyup alelacele götürmeye başladılar. “Hiç olmazsa kendi ocağında, çoluk çocuğunun yanında gözlerini hayata kapayan insanın bir arzusu kalır mı hiç?” Marguva’ya gökyüzü alt üst olmuş, yer altından kayıp gitmiş gibi geldi, başı fır fır dönerek gitti. Aceleyle hızlıca taşıyarak uçuruma doğru çekip götürdüler. Yine kapkaranlık dipsiz uçurum. Uçuruma kayıp gidiyor…

      Marguva’yı hastaneye hemen getiriverdiler. Getirip birçok tıbbî aletin edevatın takılı olduğu yüksek bir yatağa yatırdılar. Etrafında bir dolu beyaz önlüklü vardı. Beyaz önlüklülerin huzuru yoktu. Hepsi bir telaş içindelerdi. Bir bileğine iğne batırıp ilaç enjekte ettiler. Bir bileğine tansiyon aleti taktılar. Bunlar her geçen dakika onu daha çok rahatsız ediyordu. Tansiyonu düştü mü acaba? Kalbi de yorulmuştu. İhtiyar kalbin yorulduğu zaman gelmiş olmalı. Bir boruyu burnuna, diğer boruyu da ağzına sıkıştırdılar. Allah razı olsun, nefes alması biraz kolaylaştı. Birisi onun hareket ettiremediği parmaklarını ovuşturuyordu. Marguva bu esnada uçurumdan zar zor çıkıp yığın yığın ak bulutlar arasında sisli bir dünyada uçuyor gibiydi. Beyaz önlüklüler de bulutlar ile karışarak bununla birlikte uçuyor gibiydiler. Düşüncesi berraklaşmaya başladı. Beyaz gömlekliler yere inip yürümeye başladılar. Birisi başında durup “Gözünü aç, derin nefes al!” diye konuşup duruyordu.

      “Teyzeciğim uyumayınız!”

      “Uyumamanız gerekli!” diye birisi susuyor ötekisi başlıyordu.

      Bu gün ne olmuştu da böyle bunun uykusuyla uğraşıyorlardı? “Peki, uyumayacaksam uyumayayım o halde. Sülalemde bile uykuya düşkün olan kimse yok zaten.” O, ezelden beri az uyurdu. Azıcık şekerleme yapıp gözlerini bir dinlendirse ona yeterdi, koşmaya hazır at gibi dipdinç dikiliverirdi hemen. Evliyaata’da halk toplanıp başka bölgeye göç ettiğinde, savaş dönemindeki pancar ekiminde uzun yıllar çalışmıştı. O dönemlerde şafak sökerken kalkması onda daha sonra da alışkanlık olmuştu. Hey gidi hey! Şimdi azıcık şekerleme yapabilir miydi acaba? O sırada azıcık içi