Beysenova Şerbanu

Marguva


Скачать книгу

olmalılar, bir şey biliyorlar ki söylüyorlar da. Marguva doktorluk hakkında bilgi sahibiydi. Onun bir oğlu ve gelini doktor olmuşlardı. Bu sebeple o doktorlara saygıyla bakardı. O, doktorları ekmeklerini helal şekilde kazanıp yiyen bir meslek grubu olarak görürdü. Oğlu Kaysar ve gelini Roza aklına geldiğinde kederlendi, gözleri yaşardı, boğazı düğümlendi. Hey gidi hey! Onlardan önce bu gitseydi de onlar bunun ardından “Ah anneciğim!” diye geride kalsalardı o zaman böyle acı çeker miydi hiç? “Ah yalan dünya! Anaya evlat acısını çektirmeseydi keşke!” Söylemeye ne hacet, insanoğlunun değil, Allah’ın dediği oluyor. Marguva fenalaştı, gözleri karardı. Hemşire koşarak gelip yastığını düzeltti, yaşaran gözlerini silerek “Her şey düzelecek teyzeciğim. Merak etmeyiniz.” dedi. Marguva “Kurban olduğum, bin yaşa! Sağ ol!” demek istedi. Fakat dili dönmedi.

      Genç kız bunu sakinleştirmeye çalışarak “Bahtlıymışsınız teyzeciğim!” dedi.

      Eğer onun da söz söylemeye hali olsaydı “Bunu nereden bildin?” demek isterdi.

      O “Oğlunuz tam zamanında getirdi. Daha şimdi birazcık kendinize geldiniz.” dedi. Herhalde bunu teselli etmeye çalışıyordu. “Kendine gelse ne olacak? Bu saatten sonra gençleşecek değildi ya! Boş konuşuyorsunuz, boş!” diye geçirdi içinden. “Bahtlıymışsınız!” Marguva bu sözü ömründe kaç defa duymuştu acaba? En yorulduğu anda, ölümün eşiğine geldiğinde bu sözü duyması ne anlama geliyordu? Yoksa onun alnına yazılan bahtın tadı acı mıydı acaba? Bu bahtı bir kerecik olsun yakından görür müydü acaba? Marguva bu sözü kimlerden, ne zaman duyduğunu, o zaman kendisinin halinin nice olduğunu, bitip tükendiği zamanları düşünüyordu. Gerçek baht neydi? Hangisi aldatıcı, yalancı şeydi, kim bunu ayırabilirdi ki… Gerçek baht dedikleri doğruysa eğer, kalıcı olması gerekirdi. Yoksa onun da çeşit çeşidi mi vardı? Karşılaştırmalı bir dünya mı burası? Genel olarak böyle işte. Bu konuya yoğunlaşıp düşünmek niyetindeydi. Kirpikleri kapandı, gözleri yumuluverdi. Onun buna engel olmaya hali yoktu, sanki suyun içine batıyor gibiydi. Onun içinin geçtiğini fark eden hemşire kız hemen gelip yanağına hafifçe vurarak onu uyandırdı. “Dedik ya, uyumak yok!”

      “Teyzeciğim güzel şeyler düşünün. Mutlu olduğunuz zamanları hatırlayın, gençlik zamanlarınızı, aşklarınızı aklınıza getirin.”

      “Aaa! Tövbe estağfurullah. İnsan bir o yana bir bu yana gidip iki dünya arasında huzursuz bir şekilde yatarken ‘aşk”tan bahsediyor bana.” Marguva aşkı unutalı onca zaman olmuştu ki… “Peki, düşünmem gerekiyorsa düşüneyim bakalım…”

      2

      Yok unutmamıştı. Tam da Ahmetsaki ağabeyinin dediği gibi damat Mukan gerçekten okumaya çok hevesli çıkmıştı. Çok hevesli olduğundan yeni gelini anne babasına emanet ettikten sonra Orınbor’a eğitimine devam etmek için gitti. O, okulunu bitirmekle de yetinmedi. Okulu bitirir bitirmez o yıllarda Almatı’da Pedagoji Enstitüsü açılmıştı. Yeni açılan enstitü ülkenin çeşitli bölgelerinden hevesli ve başarılı öğrencileri alıyordu. Bunu duyup o da bilimin pişinden oraya koştu. Kocasının bu gidişi uzun süreli oldu, uzun bir süre kocasını göremedi.

      Kaynana ve kaynatası sıcakkanlı insanlardı. Genç gelinlerini kendi kızları gibi el üstünde tuttular, ona ilgi ve sevgi gösterdiler. Mukan’ın öz annesi o daha on yaşındayken vefat etmiş ve ardında dört yetim çocuk bırakmıştı. Babası, onlara gerçekten merhamet gösterip güzelce bakacak birini bulma düşüncesiyle ölen hanımının yakın akrabasından bir kız ile tekrardan evlenmişti. Evlendiği Meken, genç yaştaydı. O, Marguva’yı güler yüzle karşılaşmıştı. İkisi çok iyi anlaşıp iki sırdaş oluvermişlerdi. Dolayısıyla Marguva, kaynanasıgilin yanında utanıp sıkılmadan kendi evindeki gibi özgür yaşıyordu. Evin gelini diye sabahtan akşama kadar ağır işlere göndermediler. Ellerinden geldiğince onu mutlu etmeye gayret ettiler. Canlarım benim!

      Birinin kıymetli kızını alıp getirip sonra da “okuma, okuma” diye evde durmayan çocuklarının bu kusuru için kendileri mahcubiyet duyar gibiydiler. Fakat Marguva kocasının yanında olmayışını hiç dikkate almadı. Kocasının eksikliğini hiç hissetmedi. Kendi evinde olduğu gibi üzerine vazife olan işlerle meşgul olarak günlerini geçirdi.

      Marguva şimdi düşündüğünde tam da o zamanlar kocasının yolunu gözlemeye başladığını hatırladı.

      Pedagoji Enstitüsüne kabul edilip bir yılı tamamladıktan sonra bir defa dönmüştü ya yiğidin. Güzde eğitimini devam ettirmek için gideceği sırada Marguva’yı da kendisiyle birlikte götürme fikri olduğunu söyledi. Babası ve annesi bu düşüncesini çok yerinde buldu. Ancak Marguva kararsız kaldı ve uzun süre düşündü. Özellikle de yola çıkmadan önce çok kaygılandı. Baganalı yurduna ilk defa gelin geldiği sırada bile böyle endişelenmemişti. Şimdi tabi korkusuna uğurlar olsun! Bozkırın özgür büyüyen çocuğu o zamanlar şehir denildiğinde ürkerek bakardı. Daha önce görüp bilmediği yeri yadırgıyordu. O yüzden içi huzursuzdu. Kendi memleketinden uzaklara geldiğinde anne babasının, ağabey ve yengesinin, en çok da kocasının yokluğunu hiç hissettirmeyen kaynana ve kaynatasına onlara duyduğu sevgiden dolayı kıyamıyordu. Öte yandan kocasının huyunu suyunu da hiç bilmiyordu, hiç o kadar yakınlaşamamışlardı. O, neticede arada sırada gelip giden, kendince gururlanan adamın biriydi. Genç hanımım var diye düşünen bir adama benzemiyordu. Bir gittiğinde uzun süre tekrar gelmiyordu. Gelip gittiği zamanlarda ikisi yalnız kaldıklarında bu ne yapacağını bilemeyip şaşalıyordu. Akşam olup odasına gittiğinde cibinliğe girmekten kaçıyordu, ocak başına gidip ne yapacağını bilemeyerek kocasından uzak duruyordu. Bunu fark eden annesi “Bu evin bütün işleri bir tek sana mı kaldı? Bitmediyse bitmedi, bunun yarını da var.” diye onu ittirerek odasına sokuyordu. Böyle yaparak onların kendilerince bir özel hayatlarının olması gerektiğini işaret ediyordu. Marguva’nın da korktuğu zaten oydu. Bunu sezmiş gibi, Allah rahmet etsin annesi “Kocandan uzak durma. Ne yaşayacaksanız da birlikte yaşayın. Alıp götüreyim derse sen de birlikte git.” diye onu iyice tembihlemişti.

      Korka korka yola çıktı. İçinde şüphe doluydu. Ama büyüklerden ayrılıp ayrı eve çıktıktan sonra birbirlerine alışmaya başladılar. Şehirdeki hayatları farklı bir yöne evrilmişti. Yeni yer, okumuş gençlerin arası Marguva’ya hiç şüphesiz olumlu tesir etmişti. Fark ediyordu, dostlarının arasında kocası değer görüyordu, ona değer verdikleri için Marguva’ya da ayrıca bir saygı gösteriyorlardı. Almatı, karı kocayı birbirine yakınlaştırmış gibiydi. Yavaş yavaş içindeki bütün şüpheler yok oldu.

      Bir tarafını yeşil köknarlarla kaplı dağın çevrelediği, gölgeli ağaçlığın ortasında yer alan şehrin güzelliği Marguva’yı ayrıca şaşırtmıştı. Almatı o zamanlar nasıl da güzeldi! Hey gidi hey! Sokağın iki yanına sıralanan ağaçlar, şırıldayarak akan dere, hışırdayan yaprak, Alatav tepesine omzunu yaslamış güneşin ışıkları, onun gümüşle süslenmişçesine karlı zirvelerinde oynayıp bambaşka şuleler saçıyordu. Sanki masallar âlemiydi.

      Kocası dersten geldikten sonra akşam yemeğini yiyorlar sonrasında Almatı’nın sessiz akşamlarında baş başa geziyorlardı. Evlenmeden önce yeni usul ile tanışıp kol kola girip gezmeyişlerinin acısını, Allah nasip etmişti de evlendikten sonra şimdi çıkarıyorlardı. Aşka susamışlıklarına şüphe yoktu. Kocasıyla birlikte gençlik çağının sırlı tılsımını yaşayıp yıldızlı gökyüzünün altında el ele tutuşarak uzun uzun yürüyorlardı. Nasıl unutabilirdi? Yanında Allah’ın nasip ettiği kocası vardı, derdi tasası yoktu. Kanları kaynıyordu, yüzleri gülüyordu. Baht dedikleri belki de budur. Eğer öyleyse Marguva o zamanlar gerçekten bahtlıydı!

      Mukan’ın kişiliğinden şüphe edip boş yere