Beysenova Şerbanu

Marguva


Скачать книгу

şehre doğru yayılmaya başladı. Marguva bu kadar güzel bir tan görünüşünü o güne kadar hiç görmemişti. Ondan sonra da göremedi. Yalnızca tek seferlik denk gelen tabiatın tılsımlı bir anıydı. Yeni tan, iyilik tanı diye düşünmüştü o sırada. Zaman, 1937 yılının baharıydı.

* * *

      Bembeyaz bir pus etrafı bütünüyle kaplamış gibiydi. Havadaki nemi bütün bedeni hissediyordu. Sırtını bir hararet basmıştı, bütün vücudu kan ter içinde kalmıştı. Kaburgaları kırılıyordu sanki, dünya kararmaya başladı.

      Hemşire Kız “Doktor doktor! Kan basıncı düşüyor.” diye bağırdı.

      Hastane odasına doktorlar hemen doluştu. Bileğinden tekrar ilaç enjekte etmeye başladılar. Birkaç kutu bitti. Hemen Marguva’nın hava yetmeyerek kıyıda telaşla nefes almaya çalışan balık misali hızlı hızlı çarpan yüreği sakinleşip, birdenbire suda oynamaya başlamışçasına, ayarını bulup belli bir düzende güçlü güçlü atmaya başladı. Güçlü atması şöyleydi, iki tarafındaki damarlar ikisi birden titredi. Bedenine sıcak kan yayıldı. O, gözünü açtığında etrafına doluşmuş olan beyaz gömleklileri gördü.

      Orta boylu, iri yapılı, gözlüklü, orta yaşlı bir adam ona dikkatle bakıp “Teyze nasılsınız?” dedi. O, belli belirsiz başını salladı. Buraya geldiğinden beri bunu müşahade altında tutan doktor kız bunun hastalığının durumunu onun anlamadığı bir dilde bu kişiye bir bir anlattı. Anlattıktan sonra ona bakarak “Teyze, bu bizim değerli profesörümüz!” diyerek onun adını soyadını söyleyip Marguva’ya onu tanıştırdı. Marguva’nın bu ismi işitmişliği vardı. Kalp hastalıkları uzmanı bir doktordu. Onun yüzüne sıcak ve ümitli bir ifadeyle baktı.

      Profesör Marguva’nın ağzındaki, burnundaki solunum borularını çıkarttırdı, kalbini uzun uzun dinledi. Hem oturtarak hem de yatırarak tekrar tekrar dinleyip kalbin durumuna baktı. Ekrandaki kalp atış grafiğine göz atan doktor bunun ilaçlarına bakarak “İlaçları değiştirmek lazım.” dedi. Yeni ilaçlar yazdı. Bazı ilaçları kendisi getirip uyguladı. Kalbini yeniden dinledikten sonra profesör “Teyze, merak etmeyiniz. Tehlikeyi atlattınız. Şimdi yavaş yavaş düzeleceksiniz. Ancak çok hareket etmeyiniz. Ayağa kalkmak için henüz erken.” dedi.

      “Evladım, şu boruları ağzıma burnuma tıkmasanız olmaz mı?”

      “Yok. Tamam zaten artık onlara ihtiyacınız olmayacak. Ama şimdilik birazcık daha yatacaksınız. Yanınızda hemşire hanım oturacak.”

      “Sağ ol evladım. Yalnız benim durumumu çocuklara haber verir misiniz? Merak etmiş olmalılar.”

      “Teyzeciğim çocuklarınız kapının önünde bekliyorlar. Şimdi gider söylerim. Buraya girmelerine izin verilmiyor. Sizin çok heyecanlanmamanız gerekli. Onlar yanınıza gelirse siz heyecanlanırsınız. Normal poliklinik odasına geçtiğinizde görüş serbest olacak. Şimdilik burada müşahade altında olacaksınız.” diyerek Marguva’ya kurnazca baktı ve gülümsedi.

      Marguva halsiz bir ses tonuyla “Doğru tabi, profesör oğlum.” dedi.

      “Arkadaşlar, bu hanım asrımızın en tanınmış, ulu bir hanımıdır. Vakti zamanında bu hanımın önünde Almatı’nın bütün erkekleri şapkasını çıkarıp, baş eğerdi. Öyle değil mi teyzeciğim?” dedi yarı ciddi yarı şaka ile.

      “Teyzemiz canlı tarih.”

      Evet, evet! Demin babasının adını söyleyerek tanıttığında hemen hatırladı. Bu, Mukan ile birlikte sürgüne gönderilen yazarın çocuğuydu. Çocuk bunu tanıyordu, galiba anne babasından duymuş olmalıydı. Yollarının kesişmesine bakar mısın! Babası sürgünde verem derdine düçar olup erkenden hayata veda etmişti. Hey gidi yiğit… Ardında çakı gibi evladı kalmış. “Yerini dolduran varsa her şey düzelir.” dedikleri bu olsa gerek.

      Marguva iç çekerek “Evladım, saygın için teşekkür ederim. Bu tedavinle iyileşirsem güzel olur.” dedi.

      “İyileşeceksiniz teyzeciğim. Vakti geldiğinde hastalığı yenip, yerinizden dipdinç kalkacak, at gibi koşturarak gideceksiniz. Buna inancım tam. Bedeniniz hâlâ güçlü kuvvetli.”

      “Güzel söz yarı tedavidir, demişler. Bu hoş sözlerin için Allah razı olsun evladım! Bin yaşa!”

      “Moralinizi yüksek tutunuz. Hastalığa yenilmeyiniz!”

      Hey gidi hey! Kendi isteğiyle kim hastalığa yenilir ki… Marguva da öyle eften püften dertlerle yıkılacak adam değildi. Ama işte şimdi, yatağa düştü.

      Doktorlar dağıldı, yanında yalnızca hemşire kız kalmıştı. Daha önceki kız değildi, nöbet değişimi yapmışlardı.

      “Zamanında Almatı’nın en güzel genç kızıymışsınız ya teyzeciğim. Profesör sizi tanıdı, o boş yere konuşmaz.” diyerek damlamakta olan serumu kontrol edip Marguva’nın yüzüne gülerek baktı. Yatmakta olan takır takır öksüren küçücük kalmış yaşlı kadının bir zamanlar genç olduğuna hiç inanamıyor gibiydi. Güzelliği acaba neresinde dermişçesine merakla Marguva’nın yüzüne dikkatlice bakıyor gibiydi.

      Hey gidi günler hey! Bir zamanlar öyle olduğu gerçekti. Rüya gibi göz açıp kapayıncaya kadar geçen ah yalan dünya ah!

      “İnsanoğlu dayanıklıdır.” sözünün ne kadar da doğru olduğunu Marguva şu anda idrak ediyordu. Dedikleri gerçekmiş. Yoksa Marguva’nın gördüğü mihnetin haddi hesabı yoktu. Zamanın sinsice yaklaşarak bunları içine alan girdabı bunları nerelere sürüp götürmedi ki… Gerçekten de gücü kuvveti hâlâ tükenmedi mi? Yoksa doktor gencin buna moral vermek için söylediği bir söz mü? Eğer öyleyse Allah ondan razı olsun. Kalan dermanı ne zamana kadar yetecek acaba? Ne kadar daha göreceği gün var?

      Demin verdikleri ilaçların tesiri midir, yoksa gerçekten iyileşmeye mi başladı, kendini iyi hissediyordu, dinçleşmiş gibiydi. Yüreğinde düğümlenmiş ağrı da dağılmaya başlamıştı. Evet. Allah’ın verdiği kuvvete bin şükür! Mahmur ve uykulu halden kurtulup kendine gelmişti. Aklına geçmiş günlerin parça parça siluetleri yeniden gelip onu boş yere kederlendirdi.

      3

      Kün Kösem adlı şehirden döner dönmez Mukan’ın işe girmesi de çok hızlı oldu. Kendi bitirdiği pedagoji enstitüsünde bölüm başkanı olarak göreve başladı. Öğrencilere ders verdi. Üstüne bir de onu takdir edip Yazarlar Birliğinin sekreteri seçtiler. Yazarlar Birliğinin başkanı en tanınmış, o dönemin diliyle ifade etmek gerekirse proletar sınıfın en ateşli sözcüsü Saben idi. Yetenekli, saygın yazarların arası. Mukan da kendi karakterine uygun olarak iki görevini de canla başla, hakkını vererek yerine getirmeye gayret etti.

      Mukan, okuma okuma diyerek üç yıl yurt dışında yaşamıştı. O okumaktan başka bir şey bilmeyen zavallının tekiydi. Memleket onlar görmeyeli çok değişmişti. Döndükleri zamanki özlem duyguları ve kavuşma telaşı geçtikten sonra bunu fark etmişlerdi. Eski tanıdıkları onlarla bir araya gelmek istemiyor, konuşmaktan kaçıyorlardı. Tesadüfen rastlaştıklarında bu nezaketle yaklaştığında onların korkuyla etraflarına baktıklarını, neredeyse kendi kendilerinden tedirgin olduklarını fark etti. Başlarda bu durumu çok önemsemiyordu. Artık her şeye kulak kabartmaya başlamıştı.

      Radyo gece gündüz aralıksız “Düşman yok deme, yârin koynunda.” diye insanların başının etini yiyordu. Gazeteler halk düşmanlarını bir bir bulup ortalığı birbirine katarak ifşa ediyordu. Düşman nasıl da etrafımızı kaplamış? Nereden gelmiş bu düşmanlar? Genç Sovyet Hükümetine düşmanlık besleyenlerin iyice arttığı yaygarası almış başını gitmiş, felaket bir dönem