dağ çekti.
İki defa hapishane hayatım oldu. Bir kez Azerbaycan’da, sonra Singapur’da… Dünyanın iki ayrı ortamında yaşadığım hapishane hayatımın sebebi, Azerbaycan için bitmek tükenmek bilmeyen sevgiyle ilgiliydi.
Bir zamanlar vatandan kaçmak istiyorduk, yıllar geçtikten sonra ise ona kavuşmak için özlem duyuyorduk. Yüce Allah, bizim küçük ailemize, bitmeyen zengin bir servet vermişti. Servetimizi nasıl toplayacağımızı bile bilmiyorduk.
Ana vatanımızın üstünde rahat gezmeye, Vatanımızın özgürlüğü için bütün gücü ile mücadele eden evlatlar olarak herkesin gözünün içine dik bakmaya, hem benim hem de Şule’nin manevi hakkı vardı. Bu hakkı kazanabilmiştik. Bütün bunlara rağmen, çocuğa olan özlemimiz, bizi için için ağlatıyordu. Aynı duygu, bizi vatandan uzaklaştırıp uzak Singapur’a götürdü.
Singapur’da sıkıntı çekmedik. Yüksek entelektüel bilgimiz ve mühendislik mesleğimiz sayesinde güçlü konumlara kavuştuk. Her adımda Azerbaycan’ı tanıttık, anavatanımızın adını daha da güçlendirdik. Halkımızı ve kendimizi oralarda sevdirdik. Ancak bunlar kolay olmadı. 1988’in sonundan başlayarak yaşanan zor zamanlar, Singapur’da da peşimizi bırakmadı.
Zorluğun her çeşitini gördük. Ayrıca kardeşinin şehitlik acısını yaşayan Şule, ebeveynlerini de hazin bir şekilde kaybetti. Ben ise Karabağ savaşından beri vücudumda kalan şarapnel parçalarıyla beraber yaşıyordum. Bu, bana zaman zaman üzüntü ve acı verse de onlar yüzünden rahatım bozulsa da ülkem için savaştığımın bir kanıtı olarak o şarapnel parçalarını vucudumda taşımaktan gurur duyuyorum. Singapur’dan, oradaki konforlu hayatımızın penceresinde vatana bakmak, vücudumdaki şarpanel parçalarından daha çok acı vericiydi, hem de çok!..
GÜZEL
Haziran 1988’de askerlik görevinden döndüm. O devrin moda geleneklerinden biri, askerden yeni gelen bir askerin, kendisinden bir-iki yaş küçükleri, yani orduya gitmek için hazırlananları etrafına toplayarak onlara askerlik anılarını anlatmaktı. Bu bana kısmet olmadı. Her şeyden önce böyle şeylere ilgi göstermiyordum. İkinci olarak, yaşadığım yer ne köydü ne de şehir. Askere gittiğimde bütün sınavlardan “iyi” ve ’’pekiyi’’ notları alarak birliğime gitmiştim. Askeri üniformayı çıkardığım ve sivil hayata döndüğümde kendimi çok rahat hissettim. Askerlik sonrası, pansiyonda yaşayan çoğu askeri öğrenci gibi ben de gece nöbetlerinde görev alamak istiyordum.
Yaz aylarında bir iş bulmak zor olmadı, çünkü öğrencilerin çoğu tatile gidiyordu. Bu nedenle askerlikten sonra sadece bir hafta köyde kaldım ve Bakü’ye döndüm. Herkesin gözüne bakabiliyordum çünkü askerlik görevimi çok normal bir şekilde tamamlamıştım. Bazı askerler gibi “Çabuk gelin, beni dövüyorlar,” “Komutana votka almak için para gönderin!” veya “Yarına kadar gelmezseniz, kendimi vuracağım,” gibi gülünç sözlerle kimseyi rahatsız etmedim.
Askerlikte dövdüm de dövüldüm de… Ancak yaptığım her işi, kendi gücümle yaptım. Ben askere geldiğimde, kendime 5-6 ay boyunca yetecek kadar iç çamaşırı almıştım. Babamı sekizinci sınıfta kaybetmiştim. Üniversitenin ilk yılında beni yalnız bırakıp rahmete giden tek kişi annem Balanisahanım’dı.
Annem hayattayken beni sütü üzerine yemine verdi ve adını asla çocuklarıma vermeyeceğim yönünde benden söz aldı. Bunun gerçek sebebini ise söylemedi. Fakat ben bunun sadece adının uzunluğu ile ilgili olmadığını tahmin ediyordum. Askerlik görevinden döndüğümde, her zaman köşküne sığındığım halam da rahmetli olmuştu. Şimdi, sadece üstü kabuklanmış yaralar beni bu köye bağlıyordu, bir de yakınlarımın uyudukları mezarlık… Bu yüzden köyü mezarlıkla hatırlamamaya çalışıyordum. Çünkü bu yol yakınlarımın ruhu için Kur’ân-ı Kerim okumak isteği ile kendisine çekiyordu.
Evimiz de çok eskiydi. Dedemden kalan bu ev, 80 yıl önce kerpiçten örülmüştü. Yenisini yapma olanağım yoktu. Olanağım olsaydı bile içimde böyle bir arzu yoktu… Ben tipik bir Sovyet vatandaşıydım. Cebimde parti3 kimliği taşımak, iş bulmak, katıldığım organizasyonlarda ön plana çıkmak için olası seçenekleri araştırıyor ve bu davalarda yapılması gerekenleri dikkatle inceliyordum. O zaman, usta olmanın ana koşullarından biri olan Rus dilini askerlikte öğrenmiştim. Askerlik hizmetimin üçüncü ayında, partinin askeri birliğine, Komünist Parti saflarına katılmak için başvurdum. Parti sekreteri ertesi gün öğleden sonra saat 11:00’de gelmemi emretti. Söylenen saatte geldiğimde, bölük komutanı ve iki üst düzey askeri komünist orada oturuyordu. Bir hayli sohbetten sonra parti sekreteri:
–Parti üyesi olma arzusunun nedeni nedir?
Tereddüt etmeden yanıtladım:
–Sizin gibi olmak istiyorum.
Herkes birbirinin suratına baktı. Parti Sekreteri bu kez daha derine indi:
–Bizim gibi diyerek neyi kastediyorsun? Asker mi?
–Hayır, bir asker olmak istemiyorum, bir işim olsun istiyorum, dedim ve kendimden emin bir şekilde orada oturanları süzdüm.
Kafasını sallayan kim, nefretle bakan kim. Bu arada yüzünü ilk kez gördüğüm bir kaptan:
–Politbürodan4 kimi tanıyorsun?
O anda, hızlı bir şekilde yanıt verdim:
–Haydar Aliyev’i.
Bu, Komünist Parti’ye katılma arzum hakkındaki ilk ve son sorguydu. Hâlâ ayrıntıları bilmiyorum. Ancak bana öyle geliyordu ki komünist olmak isteğim için bir umut ışığı vardı. Bir ay sonra, komutan beni aradı ve matematiğimin, daha doğrusu hesap kitap işleri ile aramın nasıl olduğunu sordu. Ben de sağ elimin yumruk yapıp baş parmağımı yukarı kaldırdım “Bunun Komünist olmama faydası var mı?” diye sordum. Komutan hemen asıl amacını açıkladı:
–Kontrol sırasında depoda birçok hırsızlık tespit edildi. En az sekiz kişi tutuklanacak. Şimdi askeri birliğin komutanı, deponun öğrenci askerleri tarafından alınmasını önermektedir. Levazım subayı Afganistan’dan yeni geldi. Kılıcının önü de kesiyor arkası da… Şimdilik kimseyi tanımıyor. Ayrıca bir Azerbaycan Türk’ü bulmamı istiyor. O da sensin! Azerbaycan’dan sadece üç kişisiniz, diğerleri isimlerini doğru yazamıyorlar. Yarın depoyu teslim alacağız, sonrasına bakacağız. Parti sekreteri de senin adaylığını onayladı. Ama depoya geçersen komünist olamazsın. Çünkü sadece askerlik hizmetinden partiye geçmek mümkündür. Seçim seninindir.
Aç gözlülük ve rahatlık Komünist olma arzumun önüne geçti. Ertesi gün askeri birimin deposunu teslim aldım. O günden beri iki yıl geçmesine az kalmıştı: Ben artık Bakü’de devlet görevine, daha doğrusu tatlı öğrencilik hayatına başlamıştım. Komünist olma arzusunun dışında düşüncelerimde, hayata bakış açımda çok şey değişmişti…
1 Ağustos’ta Bakü İp Fabrikası’nda bekçi olarak çalışmaya başladım. Aylık olarak alacağım 95 rublenin 10 manatını askeri alan yetkilisine verdikten sonra öğrenci kredimle birlikte bana 130 ruble gibi bir para kalıyordu ki bu bir mühendisin aylık maaşı kadardı. Geçinmekten yana en ufak bir memnuniyetsizliğim yoktu. Bununla birlikte, içimde garip bir boşluk hissettim.
İlk maaşımı fabrikadan aldığım gün, bu boşluğun sebebini buldum. Maaşımı aldım ve Bulvar’a çıktım. Biraz yürüdüm ve bir dondurma yedim. Sinemaya gidebilirdim ama canım hiçbir şey istemiyordu. Bulvar’ın taş duvarına yaslanıp denizi seyrediyordum. Birden iki genç sevgili yanımdan geçtiler. Geçtikten sonra, ikisi de kahkaha atıp gülerek beni süzdüler. O anda içimdeki