Sabir Şahtahtı

Azatlık Türküsü


Скачать книгу

KGB ile ilişkisi olmaz!” diye düşünüyordum. Üstelik KGB gibi bir kurumda görevli birinin görevini bilmiyordum ki… Bir süre konuşmadan durduk. Benim beklediğimi görünce sessizliği Şule bozdu:

      –Şahve, insan bu kadar da bekletilmez ki… Yüreğimin patlayacağını hiç düşünmüyor musun, konuşsana?

      Zincir gibi art arda dizilen sorulara tek bir kelime ile cevap verdim:

      –Hastalanmıştım.

      –Ben sana hem gece hem de gündüz nöbete kalma demiştim!

      Yüzündeki ifadeden bana inanmadığını anlamıştım. Yine de yalan söylediğimi yüzüme vurmadı. Yanıma gelerek kolumdan tuttu:

      –Ben o kadar da aciz değilim. Bazı kararları alırken beni de düşün lütfen.

      Ona inanıyordum. Onun sözlerini anlamamazlıktan gelemezdim. Zorla gülümseyip meydana doğru döndüm. O ise yerinden kıpırdamıyordu:

      –Senin yatakhaneye gittiğini sanıyordum.

      –Gitmesem de bir şey olmaz.

      –Hayır, gitsen iyi olur! Git, dinlen. Şimdiden randevulaşalım, yarın saat kaçta dersen seni beklerim. Çok yorgun görünüyorsun.

      –Seni gördüm, yorgunluğum geçti.

      Sözlerimden hoşlanmıştı. Onu meydana doğru çektim. Yanıbaşımızdaki araba yolunu geçtik. Hayal alemine dalmıştım. Şule bir kedi gibi bana sokulmuştu. Biraz gittikten sonra:

      –İstersen miting alanına gidelim, dedim.

      Yüzüme bakıp gülümseyerek:

      –Ben miting alanına senin için geliyordum. Sen buradaysan benim orada ne işim var?

      Bu sözleri o kadar inanarak ve kesin olarak söylemişti ki onun samimiyetine inanmamak mümkün değildi. Kendimize ıssız bir yer bulup, durduk. Birisi uzaklardan “vatan” şiirleri okuyordu. Biraz sessiz kaldıktan sonra Şule yine sessizliği bozdu:

      –Çantamda epeyce para var. Babam gönderdi. Bunu yerine yetiştirmek lazımdır. Kaç gündür çantamda getirip, geri götürüyorum. Bunları sen götürür müsün?

      Burada durup, gözlerimin içine baktı:

      –Gelecek misin? Beni bekletmezsin değil mi?

      Bir an karar verememiştim. Benim tereddüt ettiğimi görünce kulağıma fısıldayarak:

      –Sana kendimden daha fazla güveniyorum. Bunda ne var? Parayı yerine teslim et ve geri gel.

      –Birlikte gideceğiz, diyerek kolundan tutup çektim.

      Şule aceleyle çantasındaki beze sarılı kalın para destesini kapalı bir şekilde bana uzattı. İlerledikçe kalabalık arttığı için yürümek zorlaşıyordu. Şule birden durarak beni geriye doğru çekti. Ne olduğunu anlamak için ona baktım. Bir şey demek istiyordu ama gözlerini ileride bir noktaya dikmiş bakıyordu. Başımı ona doğru eğince:

      –Şahve, o sondan ikinci merdivende duran esmer genç var ya, senden ayrıldığımız günün ertesinde beni burada durdurup bir sürü konuştu. Seninle ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Söylediklerinin hiçbirine inanmadım ama merakımdan dinledim.

      –Ne dedi?

      –Sonra söylerim. Şimdi parayı teslim et ve gel. Bence bizi bir arada görmezse daha iyi olacak.

      Dikkatle gence baktım. Bu adam Şule hakkında konuşup yüreğimi bulandıran insan değildi. Demek ki onlar çoktular.

      Şule’nin bileğini bırakmamıştım. Onu çeke çeke sahnenin öbür girişine doğru götürdüm. Yukarı çıkmak zor olmadı. Paranın olduğu bezi mikrofonun yakınındaki sandığa koyarak yerini Hüseyin Oruçov’a gösterdim. Hüseyin Bey benim burada en güvendiğim adamdı.

      On dakika sonra Şule ile birlikte askerlerin kuşatmasından çıkıp Bulvar’a doğru yürüdük. Her ikimiz de meydanın daimi sakini sayılırdık. Önümüzde bizi pençelerine alacak zorlu bir ayrılığı hissetmiş gibi birbirimizden ayrılmak istemiyorduk.

***

      İnşaat Mühendisliği Enstitüsü’nün öğrencileriydik. O, Mimarlık Fakültesi’ndeydi ben ise inşaat mühendisliği bölümünde okuyordum. Ben Petrol ve Kimya Enstitüsü’ndeki yurtta kalıyordum. İlk kez birbirimizi böyle yakından tanıyorduk. Benim bir yetim olmam, kimsesizliğim onu çok üzdü. Dikkatle yüreğimin derinliklerindeki kederli notalara kulak veriyor, beni anlamaya çalışıyordu. Çünkü o aynı zamanda bir müzisyendi.

      İyi keman ve piyano çaldığını ve iyi bir resssam olduğunu söylüyordu ama ben onu ne bir müzik aletini çalarken ne de resim yaparken görmüştüm. Sohbet sırasında bütün bunların hepsi gözlerimin önünde canlanıyordu. Babası bakan yardımcısıydı. Bu aklımı epeyce karıştırmıştı. Bu kadar yüksek mevki sahibi birisi, kızını benim gibi evsiz barksız yetim birine verir miydi? Şule çok akıllı bir kızdı. Babasının bakan yardımcılığını anlatmasının beni olumsuz etkilediğini hissetti. Hemen konuyu değiştirerek kardeşinden konuşmaya başladı. Kardeşi Babek, bir polis memuruydu ve yakın zamanda başkomiserliğe terfi etmişti. Aynı zamanda dışarıdan yüksek tahsiline devam ediyordu. Dediğine göre vatanperver ve iyi bir insan olmakla beraber oldukça iyi bir eğitim almıştı.

      Konuşmamız gece yarısına kadar devam etti. Bulvar’ın yanına geldiğimizde, telefon ederek kendisini almaya gelecek arabanın, saat 23.00’de Kukla Tiyatrosu’nun karşısında beklemesini istedi.

      Beraberliğimizin sonunda ise sevdiğimiz konular, ilgi duyduğumuz alanlar hakkında konuştuk. Ben inşaat mühendisliğini değil, siyaset bilimini sevdiğimi söyledim ama bundan utandım. Çünkü Şule’nin siyasi ve tarihî bilimler konusundaki bilgisi benden çok daha yüksekti. Siyasi düşüncelerinin zenginliğine hayran kalmıştım. Bir kez daha emin oldum ki ben siyaseti seviyorum. Ancak benim ne siyasi bilgim vardı ne de siyasetçiye mahsus özelliklerim… Ortak ilgilerimizden birisi olan doğum günleri konusuna değindiğimizde Şule hevesle konuşmaya başladı:

      –Ne zaman doğum günümü kutlasam, sanki anadan yeni doğmuş gibi oluyorum. Doğum günüm, benim için tüm bayramlarımdan daha değerlidir. Babam, annem ve kardeşim bunu bilirler. Onun için doğum günlerinimi gösterişli yapmaktan hoşlanırlar. Hediyenin benim için bir önemi yoktur. Herkesin benim doğum günümde burada olmasını istiyorum. Çevremdeki herkes gülsün, sevinsin, mutlu olsun, bu mutluluklarını benimle paylaşsınlar istiyorum. Sadece kendi doğum günümü değil, başkalarının doğum günlerini kutlamaktan da hoşlanıyorum…

      Şule konuştukça hayran bakışlarım onun üstündeydi. Şule gibi bir kızla olduğum için Allah’a şükrediyordum. Ancak henüz o benim değildi. Biz sadece Karabağ ateşinin etrafında uçan kelebeklerdik. Ben bu düşüncelerdeyken, Şule hala doğum günü ile ilgili fikirlerini benimle paylaşmaya devam ediyordu. Aniden sordu:

      –Sen doğum günlerini..?

      Sözünü bitirmesine izin vermedim. “Doğum günümü kutlamıyorum!” dedim. Biraz sert söylemiştim. Tüm vücudunun boşaldığını hissettim. Sanki oturduğu yerde küçülmüştü. Başını salladı ve gözlerini bir noktaya dikerek baktı. Bu olmamalıydı. Bir an için kendimden nefret ettim. Benim babamın ya da annemin olmamasında onun hatası neydi? Şule’yi bu hâlde bırakamazdım. Bu yüzden biraz-doğru, biraz-yalan bir şey uydurmaya başladım:

      –Ben de doğum günlerimi kutlamaktan çok hoşlanırdım. Babam her yıl doğum günümde bir kurban keserek fakirlere dağıtırdı. Annem gece boyunca dua ederdi. Şaka değil, evliliklerinin yedinci yılında ben doğmuştum. Onları kaybettikten sonra kiminle doğum günü yapacağımı bilmiyorum sadece.

      Bir sonraki doğum günümde benimle beraber olursan, bana