bizler artık mitinge katılanlar ya da Vezirov yetkililerinin söylediği gibi aşırılık yanlısı göstericiler değil, tutsak sayılırdık. Cinayet işlemeyen, vatanının düşmana verilmesini protesto eden büyük bir halk, aşırı şiddet yanlısı ve eylemleri yapanlara ise tutsak deniyordu. Arabanın kasasındaki pencerelere demir parçaları ile kaynak yapılmıştı. Bununla birlikte, eski arabanın delinmiş kasasından sabah ışığını hissedebiliyorduk.
Askerlikte levazım şefinin yardımcısı olduğum için işim gece yarısına kadar devam ederdi. Çoğu zaman, tüm iş bittikten sonra, kızartılmış patates ve evde yapılmış votka ile çilingir sofrası açardım. Kışlaya uyumak için geldiğimde gece yarısı olurdu. Benim için en berbat şey, kışlaya geldiğimde içeri dolan pis koku olurdu. Kösele, ayakkabıların, çorapların hatta en az yetmiş kişinin vücudunun salgıladığı koku ve nefesi birbirine karışır, mide bulandıran pis bir koku etrafa yayılırdı. Koğuşlardaki bu pis kokuyu bir balona doldurup bir insanın ağzına dayasan ölürdü diye düşünüyordum. Şimdi ise aynı durumdaydım. Hapishane arabasında yaşıyordum.
Bizi taşıyan araba kumsalda uzun uzadıya gezdikten sonra asfalta geri döndü. Tutsak arkadaşlarımdan birisi bizi Bayıl’a götürdüklerini söyledi. Araba, asfalt yolda yarım saat gittikten sonra durdu. Epeyce bekledikten sonra hepimizi aşağı indirdiler. Aramızda bulunan kadınların sayısının 11 olduğunu aşağı inince öğrenebildik. Hapishane müdürü orta yaşlı bir Azerbaycan albayıydı. Tutsakların teslim alınmasına bizzat kendisi katılmıştı. Kadınları bir tarafa ayırdı. Herkesin duyacağı bir sesle:
–Siz bizim vatansever kadınlarımızsınız. Bu hapishane sizin yeriniz değildir. Kadınla erkeği aynı hücrede saklamak zihniyetimize aykırıdır. Hepinizi bırakıyorum. Ancak grup halinde gitmeyin. Askerler ileride kontrol noktası oluşturmuşlar. Eğer dikkati çekerseniz sizi yeniden tutuklarlar.
Albay, durumu en kötü olan bir kadını hapishane işçilerinden birinin arabasına bindirerek onu sahil şeridindeki metro istasyonuna bırakmasını emretti. Hapishane müdürünün bu davranışı bizi gururlandırmıştı. İnsanları sıraya dizerek içeri aldılar. Bu nedenle kadınların akibetinden haberim olmadı. Bayıl’da, 48 mitingci 12 kişilik hücre tipli odalara kondu. İlk haftayı hiç bir sorgulama olmadan geçirdik.
Müdür, ertesi gün bizi sıraya dizerek mahkemenin kararını ilan etti. Hepimize bir ay hapis cezası verilmişti. Müdürün içindekini söyleyemediğini hissediyorduk. Epeyce resmi konuşmadan sonra biraz yumuşak bir sesle:
–Hepinizi anlayabiliyorum. Size katiller gibi davranmak düşüncesine sahip değiliz. Sadece kanunlara ve kurallara uyun. Uyku saatinden sonra gürültü olmasına izin vermeyin ve askerlerin emrine uyun. Öyle yapın ki aramızda karşılıklı olarak saygı kalsın.
Aslında onun dedikleri okulda “Derse geç kalmayın!” fabrikalarda “İşe gecikmeyin!” gibi uyarı sözleriydi. Yemekten yana zorluk çekmiyorduk. Herkesin evlerinden ve akrabalarından yiyecekler geliyordu. Aynı şekilde bana da tabii. Bana gelen hediyelerden biri de öğrenci paketiydi. Üç günde bir de türlü türlü ev yemekleri, yıkanmış meyve ve sebzeler, paket paket filtreli sigara ile dolu iki dokuma sepet alıyordum. Hediyelerin kimden ve nereden gönderildiğini hiç kimseye söylemiyorlardı. Biz de sormuyorduk.
Hapishane hayatımızın altıncı günü aramızdan 14 kişiyi serbest bıraktılar. Nereye götürüldüklerini bilmedik. Arkadaşlarımızın serbest bırakılmasından daha çok yerimizin genişlemesine seviniyorduk.
Bayıl Hapishanesi’ne yerleştiğimiz ikinci gün koğuşta sigara içmemek için bir teklifte bulundum. Koğuşun en az yarısı sigara içmiyordu. Bu nedenle teklifimi desteklediler. Üç kişi bu kuralın kendileri için uygulanmasının zor olduğunu ısrarla belirttiler. Bunlardan ikisinin şekeri vardı; bir tanesinin ise psikolojik sıkıntıları vardı. Bu soruna da bir çözüm bularak: “ Arkadaşlar orta yol bulabiliriz. Böylece ne şiş yanar ne de kebap. Koğuşta günde beş sigara içilsin. Ayrıca sigaraları bir-bir veya iki-iki için. Hepiniz aynı anda sigara içmezseniz sorun çözülür!” dedim.
Şeker hastası Ferec Dayı yanıma geldi. Gözleri dolmuştu. Elini omzuma koydu ve şöyle dedi:
–Ak sakallı olmak yaşla ilgili değil, oğlum. Her zaman böyle ciddi ve açık sözlü ol. Ben de günde beş tane değil, dört tane sigara içmeye çalışıyorum. Dört sigara ile idare edebilirsem bu sayıyı üçe indireceğim ama bu zıkkım olmadan dayanamıyorum. Siz de beni anlayın…
Ferec Dayı’nın sözleri, dramatik bir sahnedeki monoloğa benziyordu. Hem ağladı hem ağlattı. Daha sonra düşündüğümde bütün bunları maksatlı yaptığını beni koğuşun “ak sakalı” suç dünyasının “koğuş ağası” dediği, hapishanede sözü dinlenen kişi olarak seçtirmek istediğini anladım.
Hakikaten de koğuşta bir yetkiliye ihtiyaç doğmuştu. Bu sahipsiz koğuşta düzensizlik gittikçe artıyordu. Mahkumlar arasında hemen her gün bir anlaşmazlık çıkıyordu.
Arkadaşlarımızın bazıları hakim karşısına çıkmaya başlamıştı. Onların büyük bir bölümü radikal vatanperverdi. Bazılarının ise orta derecede bile eğitimi yoktu. Bu nedenle onların eğitilmesine, onlarla tek tek ilgilenmeye ihtiyaç doğmuştu.
Tek rahatlığımız, hapishane müdürünün her konuda bize yardımcı olmasıydı. Ferec Dayı’nın benim hakkımda söylediği o etkin sözleri, bizi iyice samimileştirmişti. İki gün sonra, kahvaltı anında mahkum arkadaşlarımızdan birisi: “Gelin, Şahve’yi koğuşa ak sakal olarak seçelim!” dedi. Herkes onu destekledi. Koğuşta en çok hediye bana geliyordu. Hem de diğer mahkumlardan daha zengin sayılırdım.
Haftada bir defa Damet adındaki baş gardiyan yüz manat para getiriyordu. Bunları kimin verdiğini pek sormazdım ama ilk defa bunları kimin gönderdiğini sordum. Parmağını dudaklarına bastırarak sessizce:
“Sonra öğrenirsin!” dedi.
Kısacası bütün bunlar, burada rahat etmemizi, mahkumlar arasında hürmet kazanmamızı sağlamıştı. Ancak baş gardiyan benim sözlerimi yanlış anlayabilirdi. Ben de onu anladığımı ve güvendiğimi belirtmek için baş parmağımı yukarı kaldırarak: “Güzel, sorun yok!” anlamında işaret yapmamın onun hoşuna gittiğini hatırladım. Hemen ona bir işaret çaktım. O, bu işaretten daha çok ona ait olan konulardan söz etmekten hoşlanırdı. Bazen beraber yaptığımız konuşmalarda veya yanımızda güvendiğimiz birisi olunca bana “Şahve, bu güzel işaretinden söz etsene?” derdi. Ben ise onun sevdiği bu durumu her dafasında farklı şekilde tasvir ederek bir hikāyeye çevirmiştim:
“Bizim köyde bir Mirze amcamız vardı. Kulakları iyi duymadığı için çok yüksek sesle konuşurdu. Aşağı mahalleden Ağa adında bir gençle beraber demiryolunda çalışıyorlardı. Mirze aynı zamanda iyi bir insan hem de iyi bir marangozdu. Sağ elinin başparmağını hızar kesmişti. Ağa ile beraber çalıştıkları sırada Ağa ona ne sorarsa sorsun. Mirze, sağ elini yumruk yaparak olmayan baş parmağı ile cevap veriyordu.
Akşam yemeği dağıtıldığı zaman, Damet’e kaş göz işareti yaparak bir şey söylemek istediğimi anlattım. Genelde ben kapıda duran ziyaretçilerle veya memurlarla konuşurken diğer arkadaşlar biraz yanımdan uzaklaşırlardı. Bu defa da öyle oldu. Ve arkadaşlar biraz kenara çekildiler. Damet’e “güzel” sembolü olan bir hatıra eşyasına ihtiyacım olduğunu söyledim. O da usulen: “Bakarım!” diyerek vedalaşmadan yanımdan ayrıldı. Ertesi gün, nöbeti devrederken Damet’in cebinde bir şey olduğunu anladım.
Beş ya da altı dakika sonra, her şey netleşti: Siyah ebonitten16 bir “güzel” sembolü vardı. Daha sonra Şule için hazırlattığım