Sabir Şahtahtı

Azatlık Türküsü


Скачать книгу

yaptığımı anladım. Boş yere anahtarları atmıştım. Şimdi içeriye nasıl girecektim?

      Odamızın kapısı kapalıydı. Kapıyı bir iki kez yavaşça çaldım ama kimse açmadı. Koridorun öbür başında mutfak vardı. Oraya gittim ve beklemeye başladım. Aksi gibi odadan kimse çıkmıyordu. Yarım saat içinde yarım kutu sigara içmiştim. Hâlâ bedava sigaraları içiyordum. Meydandan sonra hapishane hayatımda da böyle olmuştu. Ancak hapishaneden çıkarken bu bedava sigaralardan dört paket alıp geri kalanını kapalı cezaevine göndermiştim. Yeni bir sigara yakmak istediğimde odanın kapısı açıldı. Dışarı çıkan Hamit’ti. Demek ki öyle derin uyumuştu ki benim kapıyı çaldığımı duymamıştı. Yanımdan geçip tuvalete giderken hālā yarı uykulu bir hâlde beni fark etmedi. Geri döndüğünde beni yatağın üstünde görünce şaşkınlıktan bağırdı.

***

      …Cephe20 liderleri radikal ve liberal olarak iki kanada bölünmüştü. Öğrenciler de bu ayrışmanın kurbanı olmuşlardı. Siyasi cehalet son haddindeydi. Herkes, bir ağızdan duyduğu ancak tamamıyla anlamadığı kayıtsız düşüncelerle konuşmaya dahil olmuştu. Nedense hapishaneden sonra yurtta ve üniversitede özel bir nüfuza sahip olacağımı düşünüyordum. Şaka değil, soğuk duvarlar arasında dört ay ceza çekmiştim. Fakat söz sahibi, hapishanede tutuklu olan ben değildim. Tutuklu kaldığım sürede ayrı ayrı grupları temsil eden ve reklamlarını yapan kişilerin sözleri geçiyordu.

      Koğuşta geçirdiğim uykusuz gecelerde, yurt odasına vardığımda, Fatma Hala’dan temiz çarşaflar alıp yumuşak yatağımda bir hafta boyunca uyumayı düşünüyordum. Tam tersi oldu. O gece uyuyamadım. Gece yarısına kadar oda arkadaşlarım ve öğrencilerle sohbet ettik. Soru yağmuruna tutulacağımı düşünüyordum. Ancak aksine herkes konuşuyordu. Bazen birbirlerinin sözünü keserek daha yüksek sesle kendilerinin haklı olduğunu dikte etmeye çalışıyorlardı.

      Ertesi gün herkesten önce uyandım. Yurdu gezmeye başladım. Büfe açılır açmaz kaymak ve sucuk alıp sabah kahvaltımı yaptım. Odamdaki arkadaşlarımdan enstitüden atılmadığımı öğrendim. Geri döndüm üzerimi değiştim. Aşağı inmek istediğimde nöbetçi Rahile Hala’nın sesini duydum:

      –Ay oğlum, 315’den Şahve’yi telefona çağırın, diyordu.

      Telefon edenin Şule olduğundan emindim. Hızla alt kata indim. Nöbetçi masasındaki telefona sadece gelen telefonlar bağlanıyordu. Buradan başka bir numarayı aramak mümkün değildi. Rahile Hala ahizeyi masanın üzerine koymuş bekliyordu. Başımla Rahile Hanım’ı selamladım ve ahizeyi kulağıma dayadım. Heyecandan yüreğim küt küt atıyordu. Benim geldiğimi anlamış olacak ki Şule’nin zarif ve sevecen sesini duydum:

      –Selam, Şahve! Her zaman özgür olarak görüşelim. Sen asıl kahramansın.

      Daha “alo” dememiştim. Belki adım seslerinden belki nefes nefese kalışımdan ahizede benim olduğuma inanmış beni övüyordu. Bir süre konuştuktan sonra: “Beni duyuyor musun Şahve?” diye sorarak cevap bekledi. Ağladığını sanıyordum. Ben de duygulanmıştım. İkinci defa adımı söylediğinde dayanamadım:

      –Elbette duyuyorum Şule! İyi misin?

      –Ben iyiyim, iyiyim. Şahve, mutlaka enstitüye git. Orada her şey yolundadır. Senden bir ricam var, lütfen beni dinle. Enstitüye git ve işlerinle ilgilen. Sonra bize gel! Tahminen saat 6:00’da herkes evde olacak. Babam da erken gelecektir. Duyuyor musun?

      “He!” diye soğuk bir cevap verdim. Cevabımın soğukluğundan kendim de ürktüm. Şule’nin sesi yeniden duyuldu:

      –Bence bu cevabın güzel olmadı!..

      Her zamanki gibi onun kalbini kırmıştım. Hatamı düzeltmek için çabalamaya başladım:

      –Özür dilerim, seni kırmak istemedim. Belki sesim telefonda kötü geliyor. Saat 7:00 gibi gelirim.

      Sevinçle: “Olsun, yedi olsun! Yeter ki gel!” dedi.

      Beni bu kıza sevdiren şey, neydi acaba? Bu soru beni çok düşündürüyordu. Ancak cevabını bulamıyordum, bulamıyordum, bulamıyordum.... Rahile Hala’nın aniden duyulan sakin sesi beni düşüncelerden ayırdı:

      –Benim de çocuklarım senin gibidir. Oğlum, yetim birisin, kendini ateşten koruman gerekir. Kendini öldürmek istediğini duyduğumda birkaç gün kendime gelemedim.

      Sağ elimin baş parmağını göğsüme dayayarak sordum:

      –Ben mi kendimi öldürmek istemişim? Ne diyorsun sen?

      O anda sanki beni yılan sokmuş gibi oldum. Halimin iyi olmadığını hissettim. Bu halim dış görünüşümde de açıkca belli olmuştu ki, kadın bir anlığa kendisini kaybeder gibi oldu. Günahkar insanlar gibi kendisini temize çıkarmaya başladı:

      –Ay oğul, ben bu tür söz-sohbetten korkan biriyim. Bir ara dediler ki, güya hapishanede kendini asmak istemişsin… Sonra da işittim ki, kendini kesmek isterken usturayı elinden zorlukla almışlar.

      Ben dört ay boyunca, siyasi bir tutuklu olarak “içeride” kalmıştım. Politik tutsaklar Sovyet döneminde ancak KGB’nin gözetiminde idi. Rahile Hala’nın sözlerinden “içerdeyken” ciddi bir şekilde tehlikede olduğumu anladım. Yani bu tür dedikoduları yayarlar ki; onları hapishanede öldürürlerse, öğrenciler eylem falan yapmasın…

      Rahile Hala çok nazik bir kadındı. Kırk yaşındayken, küçük oğlu trajik bir şekilde öldüğü için erken yıpranmış saçları beyazlamıştı. Benimle konuşurken elimde olmadan onun saçlarına bakmıştım. Bana söyledikleri için biraz üzüldüğünü hissedip onun gönlünü almaya çalıştım.

      Telefonu bahane ederek onunla vedalaştım. Enstitüye yürüyerek geldim. İlk binanın ana girişinde, her zamanki gibi ilan panolarına doğru gittim. Panonun üst tarafında “Politik Tutsaklara Özgürlük!” sloganı yazılıydı. Aşağıda ise pek çok farklı fotoğraflar vardı. En sonunda da benimki vardı. Bu fotoğrafı nerede çektirdiğimi hatırlamadım. Panonun altında bir masa vardı. Masanın üstünde ise üniversitede derslerde kullandığımız 96 sayfalık defter vardı. Yaklaşıp elime aldım. Bütün sayfaları dolmak üzere olan bu defterde siyasi tutsakların serbest bırakılması için imza toplanmıştı. Yarı şaka, yarı ciddi ben de defteri imzaladım.

      Bu arada yakından geçen bazı öğrenciler bana dikkatle baktılar. Sanırım beni tanımışlardı. Tereddüt etmeden dekana gittim. Kapı açıktı. Dekanın yardımcısı ve bir katip Karabağ meselesini konuşuyorlardı. Razim öğretmen ve dekan yardımcısı beni memnuniyetle karşıladı. Dekan yardımcısı sekretere çay getirmesini emretti. Sekreter de içeri girdiğinde beni çok saygıyla selamladı. Öğrencilik hayatımda dekanlığın bu kadar hareketli olduğunu hiç görmemiştim.

      Sohbet sırasında Dağlık Karabağ’da ve sınır bölgelerinde durumun kötü olduğunu öğrendim. Bu nedenle öğrenciler sınav tarihini beklemeden sınavlarını verip Bakü’yü terk ediyorlardı. Sanırım ülke lideri emir verdiği için sınavlar çabuk yapılıyordu. Hatta teknik esntitülerde matematik ve fizik bölümleri kimseye sormadan öğrencilerine “iyi” notu veriyorlardı.

      Enstitüden ayrılıp deniz kenarına indim. Her yerde gözüm Şule’yi arıyordu. Onun burada olamayacağını biliyorum ama bu elimde değildi. Deniz istasyonuna giderek açık balkonda oturdum. Reçelli bir çay söyledim. Nedense ağlamak istiyordum. Öyle bir yere oturmuştum ki martılardan başka bir canlı yüzümü göremezdi. Enstitüde gördüğüm manzara benim duygularımı şaha kaldırmıştı.

      Acımasız düşman, asırlar önce hayata geçirdiği işgâl siyasetini şimdi daha gaddar bir şekilde devam ettiriyordu. Bu ülkede ekonominin parçalanmasından