siparişimizi aldı. Demir ızgaralarla çevrilmiş dış duvarın bir köşesindeki büyük bir çınar ağacının altında oturuyorduk. Gitme zamanı gelmişti fakat gitmek için hiçbirimiz hareket etmiyorduk. İkimiz de birbirinden dargın insanlar gibi yüzümüzü yan çevirip, hala güzelliğini kaybetmeyen çimlere bakıyorduk. Yakındaki direkten gelen lambanın ışığı, çınarın altında toplanmış yapraklara muhteşem bir güzellik veriyordu. Birden, Şule gözlerini bana dikti yavaşça masasında ayağa kalkıp demir ızgaranın dış tarafına atlayarak büyük bir yaprağı eline aldı:
–Deminden beri buna bakıyorsun! Neden?
Sanki büyülenmiştim. Ne “evet” diyebildim ne de “hayır”… Aslında “yokluk” diye bir şey kalmamıştı. Her şey evete bağlıydı. Çünkü suskunluğumuzun başından beri, el büyüklüğündeki altın renkli bir yaprağa bakıyordum. Şule’nin ne düşündüğünü bilmiyorum ama ben Payız’ı düşünüyordum. Burada hem benim Payız adlı sonbaharım hem de yılın sonbaharı vardı. Meğerse Şule’de yere serpilen sararmış yapraklara bakıyormuş. Elindeki yaprağı biraz daha havaya kaldırıp şen bir sesle:
–Sonbaharın güzelliği beni öldürüyor. Sen de seviyor musun?
Bu soru sanki bütün içimi titretti. Aynanın karşısında olsaydım, herhâlde suratımın ne hal aldığını görmek isterdim. Bir şekilde kendimi toparlayarak:
–Sonbahar benim yüreğimdedir. Onu oradan kimse çıkaramaz.
Şule, yerine geri döndü. İkimiz de kendi sonbaharımızı değerlendirmiştik. O benim sonbaharımdan (Payız’dan) habersizdi. Onun hareketlerinin bütün detaylarını inceliyordum. Yaprağı ellerinin içine koyup dirseklerini masaya dayadı. Bu arada, güzel bir ikinci yaprak ağaçtan dans ederek onun avuclarına düştü. Çok sevinmişti ama gönülsüzce “Birisi senindir!” dedi. Biraz ileri doğru eğilerek yaprağın kokusunu içime çekip:
–Hayır, ben kendi payımı sana hediye ediyorum.
Sanki dünyayı Şule’ye vermişlerdi. Hızlı bir şekilde yerinden kalkarak:
–Haydi, o zaman gidelim. Yapraklar da bizim gibi üşürler.
Şule doğru söylüyordu. İkimiz de soğuktan burnumuzu çekiyorduk. Ben hasretini çektiğim bir yaşama doğru koşuyordum. Güzel, akıllı, her hareketi ile içime sinen bir kız arkadaşım vardı hayatımda…
Şule’nin hayatıma girmesi beni yeterince umutlandırmıştı. Böyle ahlaklı bir ailenin güzel kızının beni sevdiğini bilmek, benim hayata olan güvenimi artırmıştı. En önemli şey de, bizim düşüncelerimizin, dileklerimizin, ilgilerimizin hemen hemen hepsinin örtüşmesiydi. Artık ben onsuz, o da bensiz kalamaz diye hissediyordum. Tanrı bize bu güzel mutluluğu vermişti. Bize sadece bu mutluluğun kıymetini bilmek kalıyordu!..
KANLI MEYDAN
Grip ateşi benim iki gündür yataktan kalkmama izin vermiyordu. Aksi gibi oda arkadaşlarımdan da gelen yoktu. En azından bardak atar ya da biraz masaj yaparlardı. Yatağımdaki iki gün içinde kaynar sudan başka bir şey yiyip içmemiştim. Yemem de içmem de Şule’nin hayaliydi. Onun dünyasında bütün dünyanın en güzel nimetlerini görüyordum.
Bu kızla ilgili anılarımı hatırladıkça, yine hâlden hâle giriyordum. Birdenbire; “Bu sevginin karşılıklı olmayacağını ya da günün birinde, o da beni Payız gibi bıraksa, aşkımı açıkça reddetse nasıl olurdu?” diye düşündüm. Daha sonra ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Bu karamsarlıktan kurtulup kendime geldiğimde tramvayda olduğumu gördüm. Meydana gidiyordum. Ne ayın tarihi ne de saati hiçbir zaman aklımdan çıkmayacaktı. Bu tür hadiseler insanlık tarihinde yüz yılda bir yaşanırdı… Ancak o tarihi yalnızca bir aşk fedaisi daha iyi bilebilirdi.
4 Aralık 1988’de saat 14.35’te Bakü Ünivermağı11 yanına geldim. Saati kesin olarak hatırlamamın nedeni meydanda Şule’yi görünce saatime bakarak onlara doğru yürümüştüm. Gülümseyerek selamlaştık. Konuşmak için ağzını açarken öksürmeye başladı. Önce, uzun süredir beklediğini düşündüm. Sanki endişemi anlamıştı. Açıklama yaptı:
–Şimdi geldim. Seni görmeyince iyice endişelendim.
Yine bir-iki öskürüp devam etti: “Bize gelir misin? Evde ekşili pilav var!” diyerek cevap bekledi.
Başımla “hayır” dedim. Beni de öksürük tuttu. Sonra:
–İki gündür gelmiyorum. Arkadaşlara karşı ayıp oldu. Sen eve git, ben standlara çıkayım. Böylece hasta olduğumu görüp gece burada kalmama izin vermezler.Yarın akşam üzeri saat 18:00’de gelirsin. Tam burada görüşürüz. Ardından Bulvar’a gideriz.
–Yaprak toplamak için mi?
İkimiz de güldük Şule benden daha fazla hastalanmıştı. Yüreği benim yanımda olsa da benimle vedalaşıp gitti. Ben ise meydana doğru yürümeye başladım. Hükümet binasına geldiğimde buradaki durumun her zamankinden farklı olduğunu anlamıştım. Ancak farklılığın ne olduğunu tam anlayamadım. Standlarda da bu farklılık hissediliyordu. Herkesin suratında korku ve heyecan vardı. Ben ona ulaştığımda, tanımadığım bir adam bağırarak askerlere yemek, su ve sigara verilmeyeceğini söylüyordu.
Aynı güne kadar her şeyimizi askerlerle paylaşmıştık. Acaba bugün neden yiyecek verilmeyecekti? Sanırım emir böyle gelmişti. Bir süre sonra Bakü askeri komutanının miting organize komitesi ile diyalog kurmadığı haberi yayıldı. Demek ki gruba dahil olanların hiçbirinin sözü diğerleri tarafından beğenilmiyordu. Belki de bu rahatsızlık psikolojik gerginlikten kaynaklanıyordu!
Standlarda yaklaşık iki saat durdum ve aniden ses sistemlerine giden tellerin kesildiği şeklindeki konuşmalar duyuldu. Bu durumda miting yönetilemezdi. Aslında son günlerde mitingi yönetenler arasında fikir ayrılıkları çoğalmış, miting meydanındaki kişiler, herhangi bir düzenleme yapıldığında karşı karşıya gelmeye başlamışlardı. Tribünlerde meydanın dağıtılması için geniş tedbirler alındığı söyleniyordu. Meydanın yakınlarında özel kuvvetler, özel eğitimli köpekler getirildiği ile ilgili söylentiler dolaşıyordu.
İkinci günde meydana yemek götürülmesi yasaklandı. Meydanın çevresindeki durumu öğrenmek için dışarı çıktım. Ben öz suyunu bırakan ağacın yanından geçiyordum ki Şule ile karşılaştık. Meydana doğru gidiyordu. Şüphesiz ki benim için gelmişti. Başında büyük gül desenleri olan süt renginde bir şal vardı. Gözlerinde gözlükleri vardı. Onu bu tip bir giyim tarzı ile ilk defa görüyordum. Bu elbiseyi çok beğenmiştim. Ama kendini gizlemek için mi yoksa hasta olduğu için mi böyle giyinmişti anlamadım. Duyulacak kadar bir sesle:
“Önemli bir sözüm var,” dedi. Bakü AVM’si karşı yönü konut olarak kullanılıyordu. Burada aslında memurlar yaşıyordu. Mahalleye girdik. Sanki başka bir dünya vardı… Burada ne mitingden ne de Karabağ’ın işgâlinin heyecanından eser vardı. Şule aniden durdu. Etrafta kimsenin olmadığından emin olunca karşıma geçerek ağlamaya başladı. Titreyen bir sesle:
–Bugün kan dökülecek. Meydana dönme!.. Gel bize gidelim. Sabahleyin yine dönersin yatakhaneye.
–Ne oldu? Doğru düzgün anlatsana?
–General Dubinyakın’ın en yakın adamı babamın dostudur. Moskova’dan emir gelmiş. Bugün meydanı boşaltacaklar. Ahalinin gözünü korkutmak için ölüm de olacak, toplu tutuklamalar da… Mitingi organize edenlere de bilgi verilmiş ancak hiç kimse bu sorumluluğu üzerine alarak millete “dağılın” demek istemiyor.
Aslında bu konudaki içimde oluşan korku tüm bedenimi titretiyordu. Korkularımı belli etmemek için