kalkan yumruklar sadece Sovyet İmparatorluğunu değil, zaman zaman Azerbaycan’da gözü olan diğer dünya güçlerini de hizaya getirdi. Üstünden yıllar geçtikten sonra “Meydan Gazetesi’nde” “Gizli arşivler açılıyor!” başlığı ile yayınlanan belgeleri okudukça, miting komitesi hakkındaki düşüncelerimin doğru olduğundan emin oldum.
Üç gündür öğrenci yurduna gidemiyordum. Geceyi meydandaki çadırlarda geçiriyordum. Üstümü başımı değiştirmeliydim. Banyo yapmaya ihtiyacım vardı. Saat 22.00’de, kızın birkaç defa saate baktığını hissettim. Kadınlar da meydanda kaldığı için onun burada olması olağanüstü bir şey değildi ama sürekli saati izlemesi bana bir fırsat verdi. Böylece hem onu yolcu ederdim hem de yurda giderek biraz dinlenirdim.
Miting alanındaki nöbet işlerini organize eden Turab Bey’e yaklaşıp yatakhaneye gitmek istediğimi söyledim. Başını sallayarak “Yarın öğlen burada olursun!” diyerek beni başından etti. Stanttan aşağı indiğimde yine kalabalık vardı. Kızın bileğinden tutarak öne geçtim ki kalabalığı yararak ona yol açayım… O zamanlar, “Domsovet” olarak bilinen hükümet binasının yanına on dakikada ancak gelebildik. Bu yolun sonsuzluğa kadar uzamasını istiyordum. İnsan sellerinden kurtulmak istemiyordum. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ve ona bu konu hakkında hiçbir şey de sormadım. Çünkü “Meydan Hareketi” ömrümüzün sonuna kadar bize sonsuz konular verecekti. Hükümet binasının yanına vardığımda onun bileğini bırakmak zorunda kaldım. Daha doğrusu kolunu hafifçe çekerek bunu yapmam gerektiğini kibarca hatırlattı bana. Beş on adım sonra aniden durdu ve devam etti:
–Şahve, ayrılmak vakti geldi. Beni karşılamaya gelmişler. Neyse iyi geceler…
Yakınımızda bir ıhlamur ağacı vardı. Ağacın gövdesi kendi özsuyu ile şekerlenmişti. Bu ağaç, miting öncesinde de dikkatimi çekiyordu. Sıcak havalarda karınca ve diğer böcekler bu yapışkan sıvı nedeniyle ağacın üzerinden gitmezlerdi. Bu yapışkan özsu nedeniyle bu ağaçtan nefret ediyordum. Aksine Bulvar’dan geri döndüğüm zamanlarda bu yoldan giderdim. Yapabilseydim onu kökünden keserdim. Hatta kessem ne tarafa düşüreceğimi bile düşünmüştüm. Ve şimdi bir günü tamamlanmamış aşkımı, bu yapışkan sulu ağacın altında duran bir şişman adam elimden alıp götürüyordu.
Bu şişman adam da ağaç gibi bir bakışta nefretimi kazanmıştı. Kız ağacın diğer tarafına geçerek siyah renkli Qaz-24’ün7 arkasına oturdu ve şişeyi açtı. Ağacın arkasında durup ona bakmaya devam ediyordum. Volga’nın motorunun çalışması ile süratle hareket etmesi bir oldu. Küçük arabalara karşı ilgim yoktu.
Bunun esas sebebi ise araba alacak imkânımın olmamasıydı. Volga benden biraz aralanınca plakasının hükümete ait olduğunu anladım. Ancak bunun önemini o anda düşünmedim bile. Ben yere göğe sığmıyordum. Yokuş yukarı Basın Caddesi’ne doğru yürüdüm. Yolda geçirdiğim güzel zamanları düşünerek yürüyordum.. Bir de başımı kaldırdım ki bir tramvay durağına gelmişim. Tramvaya bindim. İleride sert bir viraj vardı. Tramvay döndüğünde rayların bağlantı noktası olduğu için kuvvetlice sallandım. Tam bu virajda, kızın adını sormadığımı hatırladım. Dünyanın sonuydu benim için. Ne adını ne oturduğu adresi ne de telefonunu biliyordum. Ya mitinge gelmezse ne yapardım? Onu nasıl bulacaktım?
Deli olmak üzreydim. Bu rahatsız edici düşüncelerle yatakhaneye vardım. Yurt, suyu kesilmiş değirmen gibi ıssız ve soğuk görünüyordu. Sanırım herkes mitingde idi. Bir an, banyo yapmak bahanesi ile gece meydanda kalmadığım için utandım. Aynı gün Karabağ’a bir bela gelse kendimi asla affetmezdim. Bundan dolayı kendimi suçlu görüyordum. Aslında görüyordum da. Bir vatandaş olarak, bu konuda herkesin hatası vardı. Zaman zaman topraklarımız işgâl edilmisti. Yine mi toprak kaybedecektik? Hem de işgâl eden bizim soframızın artığını yiyen Ermenilerdi…
Yurdun her katındaki banyolarda sıcak su gece gündüz akardı. Hızla gittim ve yıkandım. Odaya döndüğümde kendimi çok yorgun hissettim. Uykusuz kaldığım günler etkisini göstermişti. Yatağıma uzanmamla, uykuya dalmam bir oldu.
Kara bir dut ağacının dalları, odamızın penceresine kadar uzanıyordu. Sabaha yakın ağaçtaki kurumuş dutları yiyip, oynaşan kuşların sesiyle uyandım. Tuhaftır ki uyanınca bir dut ağacının altında Payız’la sohbet ederken buldum kendimi. Payız, benim ilk sevgilim ve arkadaşımdı. Onu saçlarıyla sevmiştim. Kıvırcık tellerinden örülmüş kalın örgüleri hiçbir zaman unutmadığım anamın ince elleriyle ördüğü yeşil evelik ve eleyez8 kuruduktan sonra sarıya dönen göz kamaştırıcı güzelliğini hatırlatırdı.
Bazen bana öyle geliyordu ki anam Payız’ın saçlarını benim zevkime göre örmüştü. Payız, dut ağacının altında aynı kalın saçlarını sırtına atarak durmuştu. Tek bir kelime konuşmadık. Ayrılıp gidince ellerim onun örgülerine dokundu. Ağaçtaki kuşlar altın sarısı sonbaharın kucağında kendilerini çok mutlu hissediyorlardı. Pencereden aşağı bakıp da Payız’ı görmeyince rüyâ gördüğümü anladım.
Pencerenin önünden geri döndüğümde, oda arkadaşlarımın yataklarda ikişer ikişer ters-yüz uyuduklarını gördüm. Yanlarında bomba patlasa uyanmazlardı. Mitingden geri dönmüşlerdi. Aralarında benim tanımadığım genç bir çocuk vardı. Sanırım o da öğrenciydi. Aceleyle yıkandım ve geri döndüm. Şimdi iki şey için meydana gitmeye çalışıyordum. Karabağ’ı korumak ve adını bilmediğim kızı görmek için çırpınıyordu yüreğim.
Halkı yara yara doğruca miting alanına girdim. Çok görkemli bir manzaraydı. Aralıksız mitingler başladığından beri ilk kez milyonların katıldığı insan selini aydın bakışlarla canlı bir şekilde izleyebiliyordum. Rahat uyumam beni önemli ölçüde iyileştirmişti. Aynı miting alanı, aynı tanıdık yüzler....
Sadece kızı görememiştim. Meydanda para toplamaya başladılar. Doğrusu bu konudan hoşlanmamıştım. İçimde tuhaf bir telaş vardı. Çok yakın zamanda, bu paralarla ilgili dedikodu çıkacağına emindim. Zaten öyle de oldu. O günün arifesinde ara sıra sigara içiyordum. Başka zamanlarda sigaraya para vermekte epeyce cimriydim. Mitinglerin başlamasından bu yana, günde bir paketten fazla sigara içmeye başlamıştım.
Sadece Karabağ sorunu değildi. Meydanda parasız sigara dağıtıldığı için de bolca içmeye başlamıştım. Gözümü saatimden alamıyordum. Sanki bu lanet olası akrepten taş asılmıştı. Zaman bir türlü geçmiyordu. Bir köşede durdum ve yine bir sigara yaktım. Daha yeni bir iki nefes almıştım ki merdivenlerin aşağısında onun sesini duydum. Onun sahneye çıkmasına izin vermiyorlardı.
Hemen kalkıp merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenin başına geldiğimde, muhafızları benim yanıma geldiği konusunda ikna ederek öne geçmişti. Fırsatı kaçırmadım, son basamakta elinden tutarak yukarı çektim. Dünkü hoş duygular yine içimi kaplamış, yüreğimi yakıyordu. Börek yediğimiz yere gittik. O sırada kadınlardan birisi “Şule” diyerek ona seslendi ve cevabı beklemeden yanımıza geldi. Onu kucakladı ve anlamlı bakışlarla beni süzdü.
“Ay kız, sende mi buraya geliyorsun?” diyerek kısık bir sesle devam etti:
–Baban buraya geldiğini biliyor mu?
–Elbette biliyor! Bunda ne var ki Karabağ hepimizindir.
Demek adı Şule’ymiş. Payız’ın yerine Şule ışık saçıyordu. Adı da kendi kadar güzeldi. Kadın onu kenara çekip bana bakarak gizli gizli konuşmaya başladı. Kadınların meraklı bakışlarını beğenmemiştim. Şule, benim rahatsızlığımı anlamış olacak ki el işaretiyle beni yanına çağırdı. Yanlarına