kalmak için karar verebilirdi. Peki ne yapacaktım? Tehlikeye atılmasına hiçbir şekilde razı olamazdım. Diğer taraftan ise meydana baskın olsa ve beni Şule’nin yanında dövselerdi, bir daha onun yüzüne bakamazdım. Ya da aksine, Şule’yi benim yanımda dövüp ona hakaret etselerdi ne yapardım?
Aniden:
–Gidelim buradan!
Şule bunu beklemiyordu. Şaşkın bir hâlde:
“Sahi mi?” diyerek şaşkınlığını gizleyemedi sonra kendisini toparladı. Biz mahellenin öbür çıkışına, Nizami Sokağına doğru yürüdük. Mahalleden çıkınca yolun kenarında yüzümü meydana doğru dönerek durdum. Yüreğimden geçenleri, Şule’nin dili ifade etti:
–Yazık olacak millete. Belki de herkes ne olacağını biliyor. Ama hiç kimse orayı terk etmeyi gururuna yediremiyor.
Bence meydanı gönüllü boşaltmak Karabağ’ın işgâline razı olmak demektir. Ayrılmanın vakti gelmişdi. Yüzüne bakarak:
–Seni evinize nasıl bırakayım?
–Bize gelmiyor musun?
Tam bu sırada karşımızda bir taksi durdu. Yaşlı bir adam kullanıyordu. Arka koltuktada da bir kadın oturmuştu. Pencereden başını çıkararak heyecanlı bir sesle:
–Ay kurban olayım size, burda niye durumuşsunuz? Bu gece katliam olacak. Sokağa çıkma yasağı başlamadan evinize gidin12. Yirmi dakika sonra ortalık karışacak.
Başka zaman olsa hiç şüphesiz ki, bu hareketimden Şule şüphelenirdi. Ama şimdi beni iki şey düşündürüyordu: Bu tehlikeyi Şule’den uzaklaştırmak ve meydana dönmek için arabaya bindik. Arkadaki müşteri buna itiraz etmedi. Aksine bizim tehlikeden kurtulmuş olmamıza çok seviniyordu. Üç dakika sonra Şule’yi “Nizami” Tiyatrosu’nun arkasında bıraktım. Biraz sonra ise öteki müşteri indi. Sürücüye “Bakü AVM’si yanına sür, orada kalıyorum,” dedim. Taksici gaza bastı. Saat 23:50’de Şule ile görüştüğümüz yerde taksiden indim. Vedalaşıp kapıyı örtünce, şoförün sesi duyuldu:
–Annene, babana yazıktır. Taşı eteğinden dök, seni buradan götürmeme izin ver.
Şoförün sözünü dinlemeyerek meydana doğru yürüdüm. Demir kalkanları elinde meydana doğru duran askerler girişi kesmişlerdi. Yirmi ila otuz metre kenardan giderek iki askerin arasından meydana doğru kendimi attım. Askerlerden birisi tökezleyip yere düştü. Onların dikkati meydana doğru olduğu için arkadan gelecek hamleyi beklemiyorlardı.
Artık kimse beni durduramazdı, meydana girmiştim. Büyük ihtimalle meydana son giren bendim. Kalabalığa girdim ve sahneye doğru yürümeye başladım. Meydanda, önceki geceye kıyasla daha az insan vardı. Belki de, askerler çemberi yavaş yavaş daraltmağa başladıkları için sayı az görünüyordu…
Sakin bir geceydi. Meydanı boşaltmak için arada bir anonslar yapılıyordu. Mitingin organize komitesinin önemli bir kısmı yoktu. Bu sessizliği sabaha doğru tankların gürültüsü bozdu. Ben standlarda duruyordum. Bu gürültü beklenen katliamın ilk işaretleriydi. Herkes alaca karanlıkta ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sık sık duvara çakılmış gerbiye13 tutunarak kendimi biraz daha yukarı çekip etrafa bakıyordum ama bir şey anlayamamıştım. Aniden dört bir yandan güçlü projektörlerin ışıkları yandı. Ben bu tür sahneleri yalnızca Sovyet-Alman savaş filmlerinde görmüştüm. Daha doğrusu faşistlerin esir kamplarında panik yaratan sahneler gibi görüntüler vardı. Projektörlerin ışıkları o kadar güçlüydü ki, gözlerimiz hiçbir şey göremiyordu. Askeri birliklere ve sivil ambulansların tepe lambaları meydandaki paniği daha da artırıyordu.
Meydan her taraftan sıkıştırıldığı için insanlar kımıldayamıyordu. Bağırışlar, “imdat” çığlıkları insanın içini ürpertiyordu. Sesler birbirine karışmıştı. Ben sıkıştırılan kütlenin tam ortasında kalmıştım. Askerler insanları çekerek arabalara doldurdukça ortadaki insan sayısı azalıyordu.
Aynı şekilde bir araba daha doldurulurken arkamdan bir darbe alıp yere kapaklandım. Sersemlemiştim, kendimi toparlayıp ayağa kalkmak istediğimde bir ayak sırtıma basarak üstümden geçti. Nefesim kesilmişti. Yüzüm sıcak bir sıvıya yapışmıştı. Tüylerim diken diken oldu. Bu arkadaşlarımın kanıydı. Son bir güçle kalkmak isterken üstümden yeni bir asker geçiyordu. Çığık sesleri ve yerdeki sıcak kanın bana verdiği acı, sırtımdaki asker postallarından daha kötüydü. Bütün gücüm tükenmişti. Çaresizce üstüme basarak geçen askerlerin bitmesini çaresizce bekliyordum. Yerdeki çırpınmam askerlerin benden uzak bir bölgeye yönelmesi ile son buldu. Zorlukla ayağa kalktım. Her tarafım kan içindeydi. Sanki bir kan gölüne batmıştım.
Daha fazla gurur ve mertliğin burada şansı yoktu. En fazla 15-10 dakikaya kadar herkesi arabalara tıkarlardı. Ben de teslim olmaya karar verdim. Ne kadar çabuk teslim olursam yaşama şansım o kadar fazla olurdu. Artık utanma zamanı geçmişti. Bütün gücümü toplayıp askerlere doğru yürüdüm. O anda ortalıkta bir ses duyuldu: “Ellerinizi başınızın üstüne koyun, yoksa dubinka14 beyninizi dağıtacak!” diyordu. Askerlere varmaya bir iki metre kalmıştı ki arkadan gelen insan selinin yarattığı basınç bizi öyle itekledi ki önümüzdeki askerlerin büyük bir bölümü de bizimle beraber yere düştü.
Askerlerin arkasında bekleyen yedek kuvvetlere “ileri!” emri verilince askerlerin üstünden atlayan yeni kuvvetler başımızın üstünde dikildi. Hemen toparlanıp kalkmıştım. Benimle aynı boyda pehlivan cüsseli orta yaşlı bir adam vardı. Yanımıza gelen askerlerden birisinin, onun kafasına bir dipçik vurmasıyla birlikte o koca cüsseli adam sesini bile çıkaramadan koca bir ağaç gibi bana doğru devrildi. Onu kucaklamak istesem de gücüm yetmedi. Adamla beraber tekrar yere yıkıldık. Adamın cansız bedeni üstümde kalmıştı. Askerler bizim üstümüze basa basa, sağa sola gidiyorlardı. Üstümdeki bu koca cüsseli adamın altından çıkamıyordum. Nefesim tekrar kesilmeye başlamıştı. Kollarımla ve tüm gücümle üstümdeki yükün basıncını azaltmağa çalışıyordum ki ciğerlerim patlamasın.
Tek tesellim, Şule’nin yanımda olmamasıydı. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum, askerler üstümdeki adamı kenara çekince sanki dünyaları bana verdiler. İlk defa anladım ki can vermek o kadar da kolay değilmiş. Derin bir nefes alıp ellerim başımda çömeldim. Askerlerin dipçik darbesi ile bayılan adamı ayakların sürükleyerek kamyona attılar.
Meydana en son gelen Şahve şimdi de orayı en son terk ediyordu. Rusça kuvvetli bir şekilde “Ayağa kalk!” diye emir verdiler. Ellerimi başımdan çekmeden ayağa kalktım. Kollarımdan tutarak voronakaya15 doğru götürdüler. Askerler sanki haram olmuş hayvan cesedi taşır gibi kolumdan tutmuştulardı. Bu kadar adamı toplamaktan onların da yorulduğu anlaşılıyordu. Varanokada iğne atsan yere düşmezdi. İnsanları iterek sıkıştırıp bana yer açtılar. Ölmediğime şükrediyordum.
HAPİSHANE HAYATIM
Bakü’nün günümüzdeki Sebail bölgesinde Bayıl Hapishanesi’nde geçirdiğim günleri hayatımın en kötü anları olarak hatırlıyorum. Özgürlük Meydanı ile Bayıl Hapishanesi’nin arası, 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Bizi taşıyan mahkum arabası bu yolu en az on saatte almıştı. Elbette, burada on saat biraz abartılmış gibi görünebilir. Hakikaten bu pis kokulu arabada gitmek çok korkunçtu. Yanlış hatırlamıyorsam bizi, bir GAZ-51 arabasına doldurmuşlardı.
İçinde en az 50 kişi vardı. Kalabalıktan yere çömelecek bir alan da yoktu. Zor günlerde Allah insana dayanma gücü verirmiş. Meydandaki baskında, kadın ya da erkek