Sabir Şahtahtı

Azatlık Türküsü


Скачать книгу

Biraz ileri gidince, iğnenin ucu takıldı. Biraz daha itince figürün ikiye bölündüğünü gördüm. Önce onun kırıldığını düşünüp üzüldüm ama elime düşen mektup ile duygularım değişti.

      Toplumun bizi nasıl kabul ettiğine bakmayarak toprak ve vatan duygusu hepimizindir. Demir kapı arkasında elimiz kolumuz bağlı olsa da sesimizi kesmedik. Miting günlerinde Bakü’de “Hırsızlığa dur!” dedik.

      Ben Körpe’ye çok güveniyordum. Okumak için mektubu ona verdim. Sevinçten gözleri büyümüştü. Mektubu okur okumaz şüpheli bakışlarla kapıya baktı. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca mektubu ağzına atıp çiğnedi ve yuttu. İkimiz de çok mutlu olmuştuk. Dört duvar arasında vatan toprağının bütünlüğü mücadelesinde bir başka dayanışma mesajı almıştık.

      İki gün sonra Körpe bizimle birlikte yaşadığı hapishane hayatını bitirdi. Özgür olduktan sonra bizlere, haftada bir defa yirmi paket filitresiz “Astara” marka sigara gönderiyordu.

      ÖZGÜRLÜĞE GRAM GRAM KAVUŞTUM

      Hapishane hayatı çok zordu. Kimsenin buraya düşmesini asla istemezdim. Bazen, hapishanenin askerlik veya savaş gibi insanı sağlamlaştırdığını düşünüyordum. Yine de, hiçbiri diğerine benzemiyordu. Her birinin kendi felsefi ve maddi yapısı var. Şule’nin doğum gününü Salyan’daki (IEM) Yarı açık cezaevinde kutladım. Burası halk arasında “Xelec Hapishanesi” olarak bilinen bir cehennemdi. Burada en büyük sorun, susuzluk oldu. Mahpushaneye, yüksek kulelere yerleştirilen büyük tanklardan su veriliyordu. Aylarca kızgın güneş ışığına maruz kalmış olan bu su, tadını yitiren ve aslında bir hastalık kaynağıydı. Suyun bayat oluşu kokusundan belli oluyordu. Başka yerden tankerlerle getirilen su, yıllardır bekleyen suyun üstüne boşaltılıyordu. Bu nedenle bu suyun kaynatılmadan içilmesine hiçbir zaman izin verilmiyordu.

      Damet Dayı’nın yaptığı “güzel” hediyesini de Bayıl’dan gelirken yanımda getirmiştim. Kimden geldiğini bilmediğim yalnız Şulelerin gönderdiğini tahmin ettiğim hediyeleşme ve haberleşme burada da İslam adındaki gardiyanla devam ediyordu. 20 Şubat’ta sayım işlemi bitirdikten sonra gardiyan İslam’ı yanıma çağırarak:

      –Bunu ona verir misin?

      Sözlerimde hem emir hem de soru vardı. “Kime?” diye bir soru sormadan hediyeyi cebine koyarak yanımdan uzaklaştı.

      Helec Hapishanesi’nde bizi dört ay tutuklu olarak sakladılar. Bizi derken meydanda yakalanan altı mahkum burada kalmıştık. Bunlardan dördümüz öğrenciydik. Diğer bir kişi işçi, birisi ise Bakü ayakkabı fabrikasında çalışan genç bir mühendisti.

      Hepimiz aynı fikir ve düşünceye mensuptuk ve aynı gölgenin adamlarıydık. 28 şubat ile 13 mart arasında, altımız da ayrı ayrı sorgulandık. Bizi sorgulayan hakim Moskova’dan geliyordu. Sessiz, ihtiyatlı ve haşmetli bu hakim, sorduğu sorularla soğukkanlı karekterini tamamlıyordu sanki.

      Ne bağırıyordu ne de fiziksel şiddet kullanıyordu. Azerbaycan dilini bilmediği için tercüman kullanıyordu. Benimle doğrudan Rusça konuşuyordu ama yine de onun yanında bir tercüman vardı. Mitingin düzenleyicileri, anti-Sovyet sloganları, toplanan paranın akibeti ve silahlı milis gücünün oluşturulması konularıyla ilgileniyordu. Tatmin olmadığı cevaplara rağmen, bu mitinglerin doğal üyelerinden biri olduğumu, aynı zamanda bu mitinglerin en faal üyelerinden biri olduğumu da zaten anlamıştı. Sorgulama süreci, ekmeğin içinde gönderilen “ksiva”daki bilgilerle örtüşüyordu. Ben de mektupta söylendiği gibi açık vermiyordum.

      13 Mart’ta ilk defa bir Azerbaycanlı hakim beni sorguladı. Azerbaycan dilini iyi bilmiyordu. İlk görüşmede, kendisinden bile şüphe duyan milis giyimli bu adam tehdit ve korku ile istediği cevapları almak istiyordu. Üç ayı geride bıraktığım hapis hayatı, benden bu tür korkuları uzaklaştırmıştı. Bu süre zarfında dövülmekten başka tüm baskıları görmüştüm. Zaten meydandayken dört defa kuvvetli darbelerle cop yemiştim. Sorgulamanın ikinci gününde, Azerbaycanlı hakim bana:

      –Sorularıma benim istediğim gibi cevap verirsen, seni derhal özgür bırakacağım, dedi.

      Benden önce Azerbaycanlı hakimler tarafından sorgulanan koğuş arkadaşlarımın dediklerinden yola çıkarak ne soracağını tahmin ediyordum. O nedenle acı bir tebessümle isteksizce sordum:

      –Hangi konularda?

      –Haydar Aliyev’in emirleri size nasıl ulaştırıldı? Çadırlara uyuşturucu maddelerini kim getiriyordu? Toplanan paraları kimler yerine ulaştırıyordu?

      –Size bir soru sorabilir miyim? Samimi bir cevap verirseniz ve bizi ikna edebilirseniz söz veriyorum sorularınıza sizin istediğiniz cevapları yazıp imzalayacağım, diyerek gözlerinin içine baktım.

      Hakim pek memnun olmasa da başı ile bana onay verdi.

      Kinayeli bir sesle:

      –Sayın Hakim Bey, bu sorulara sizi memnun eden cevaplar verirsem Ermeniler Karabağ’da hak iddia etmekten vazgeçecekler mi?

      Hakimin yüzü kızardı, sinirle ayağa kalkıp:

      –Kes sesini, nankör isyancı!

      Sanki içinden bana tokat atmak da geçiyordu. O ayağa kalkınca ben de kalktım. Ellerimi aşağı uzatarak birbirinin üstüne koydum. Sorum onu asabileştirmişti. Fikirlerini açıkça ifade edemiyor, bağırıp çağırıyordu. Bağırarak söylediği karışık cümlelerden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Ağızdan çıkan tükürükler suratıma sıçrasa da temkinli bir şekilde yerimden kıpırdamıyordum. Çok geçmeden, biraz sakinleşti. Yerine geçip oturdu. Bu defa daha sakin ama hızlı hızlı nefes alıp vererek:

      –Koğuşta ağız birliği yapıp, kanunu korumakla görevli emekçilere karşı saygısızlık yapıyorsunuz. Bugün enstitüden kovulman için bir rapor göndereceğim. Resmî bir yazı ile hepinizi tek kişilik hücrelere koyduracağım.

      Aslında onun bu tehditleri beni korkutmadı. Tabii ki, tek kişilik hücrelerde kalmanın sıkıcı, üzücü ve zor olduğunu burada duymuştum. Mantıken de böyleydi. Ancak hakimin söylediği gibi koğuşta hangi soruya hangi cevabı vereceğimizi tartışmıyorduk.

      Gelen haberlere göre, ülkedeki durum gittikçe karmaşıklaşıyordu. Ermeniler iyice azmışlardı. Bu nedenle iktidarın bizi daha fazla burada tutamayacağını biliyorduk. Çünkü fabrikalarda, diğer devlet kurumlarında ve yüksek öğrenim kurumlarında kurulan grev komiteleri 5 Aralık’ta tutuklananların serbest bırakılmasını istiyordu.

      1 Nisan’da beklenmedik bir şekilde beni özgür bıraktılar. Aleyhimde açılan cinayet davasını durdurmadan beni serbest bıraktılar. Ülkenin her tarafında mitingler vardı. Dört kişiyle beraber hapishaneden çıktık. Benden başka herkesin karşılayanı vardı. Şule’nin beni karşılamaya gelmemesine biraz üzülmüştüm. Aynı gün hapishaneye ziyarete gelen tutuklu arkadaşlarımdan birinin kardeşi ile beraber ben de Bakü’ye döndüm. “Juguli” marka arabanın içinde bohçaya sarılı erzaktan kahvaltımızı da yapmıştık. Beni Azneft Meydanı’na bıraktılar. Bir daha o arkadaşlardan hiçbirini göremedim. Orada bir taksiye bindim ve direkt yurda gittim.

      Yol boyunca kendimi Sovyet sinemasındaki kahramanlar gibi sanıyordum. Hayalen kendimi “Seher” filminde devrimci Aslan’a benzetiyordum. Ve ben de Aslan gibi yüksek sesle şarkı söylemek istiyordum: Benim adım Şahve’dir, herkes bilsin bunu!.. Ancak Aslan’ın neden Bolşevik olduğuna üzülüyordum. Bu kadar cesur bir kahramanın millî iradesi olmalıydı. İçimden beni öldüreceklerini, böylece milyonlarca kişinin meydanlara geleceğini, insanların tabutumu omuzlarında sokak sokak gezdireceklerini düşünüyordum. Öldürüldüğüm için yeni bir meydan hareketi başlayacak, herkes benimle ilgili konuşacaktı. Ancak ben bütün bunları