veya yavan ekmek olarak yerdik. Bu defa ekmeği kendim alıp sağına soluna baktım.
Sonra yavaşca ortasından ikiye bölünce ekmeğin içinde bükülmüş bir kağıt olduğunu gördüm. Kağıt olan parçayı elimde saklayıp diğer parçayı sepete koydum. Elimdeki ekmeği öyle ustaca bölmüştüm ki kağıt baş parmağımla şehadet parmağımın arasında kaldı. Yüksek sesle: “Taze ekmek gelmiş!” diyerek parmaklarımın arasında sıktığım lokmayı ağzıma attım.
Artık mahkumların jargonlarını öğrenmiştim. Buraya geldiğim günden beri ilk defa bana gizli bir mektup gelmişti. Karyolam tarafına yürüdüm ve yatağıma uzandım. Bu mektubu başarılı bir şekilde hiç kimseye göstermeden alabilmiştim. Hafif yan dönerek elimdeki kağıt parçasını yavaşça açtım. Çok kısa yazılmış bir kağıt parçasıydı: Kağıtta:”Senin hakkında çok sayıda döküman toplandı. Bir veya iki gün sonra hakimin karşısına çıkacaksın. Koğuştaki anti komünist konuşmalarına son ver. Konuşmalarında her zaman komünist olmak istediğini Sovyet Hükümeti’nin Karabağ’ı Azerbaycan’dan almayacağını özellikle belirt!” diye yazıyordu. Bu imzasız kağıdı kim gönderebilirdi? Şule’den başka hiç kimse aklıma gelmiyordu. Bir de ondan başka birisi fabrika ekmeğinin içine bu kağıdı koyamazdı.
Koğuşta yaşça herkesten küçük, Boran adlı bir öğrenci vardı. On yedi yaşına girdiği gün bizim mahkumluğumuzun 15. günüydü. Ona güzel bir doğum günü partisi yaptık. Çok fakir bir öğrenciydi. Birgün önceden aramızda para toplayarak ona siyah bir pantolon ve gömlek getirtmiştik.
Akşama doğru öğrenci arkadaşları da içeriye iki tane daha doğum günü pastası getirdiler. Gün içinde üçüncü defa onun doğum günü şerefine sofra kurmuştuk. İlk günlerde onu “Malış17” diye çağırıyorlardı. Oldukça nezaketli, yerini-yurdunu bilen bir genç olduğu için herkes onu seviyordu. Ben onun “Maliş” olarak çağırılmasına itiraz ettim. Herkes onun adı ile çağırılmasını istediğimi düşündü. Oysa Ferec Dayı benim farklı düşündüğümü anlamıştı. Yüzüme bakarak:
–Teklifin nedir?
Dilimin ucunda tuttuğum “Körpe” sözcüğünü o kadar içten söylemiştim ki kendim de üzüldüm.
O günden sonra ona “Körpe” demeye başladık. Körpe çok uyanık biriydi… Saman altından su yürüten cinstendi. Ne koğuşun temizlik işine ne de yemek ve tuvalet kurallarına onu uydurabildik. Morali yerinde olduğu zaman “Şuşa’nın Dağları” şarkısını mırıldanır ve şarkısının sonuna yaklaşırken sesini yükseltirdi. Biz de onun cırtlak sesine bakmadan alkışlamayı unutmazdık. Sonunda bizimle birlikte yaşadığı hapishane hayatını bitirdi. Serbest bırakıldığında, haftada bir, yirmi paket filtresiz “Astara” sigarası göndermeye başladı.
Ferec Dayı ve Körpe, birbirlerine bir elmanın iki yarısı kadar benziyorlardı. Körpe onu gördüğü günden beri, “Dede” diyerek onun yakasına yapışmıştı. Körpe yetimhanede büyümüş. Gara Garayev’de matematik ve fizik ağırlıklı okuldan “pekiyi” derece ile mezun olduktan sonra sınavda dokuz puanlık bir derece yaparak Politeknik Enstitüsü’ne girmişti. Ailesinin kimliğini bilmiyordu. Ferec Dayı emekli bir askerdi. Afganistan’a üst teğmen olarak gitmiş ve Binbaşı rütbesiyle dönmüştü. Orada üç defa ağır bir şekilde yaralanmıştı. Sonuncu yaralanma nedeniyle üç ay komada kaldı. Komadan çıktığında Düşenbe Askeri Hastanesi’ndeydi. Altı ay boyunca tedavi gördükten sonra, emekliye ayırmışlardı. Dediğine göre vatan uğranda gösterdiği kahramanlık nedeniyle madalya almıştı.
Körpe ile iyi sohbet ediyorlardı. Koğuşun bir köşesinde saatlerce konuşuyorlardı ancak kimse onların ne konuştuklarını bilmiyordu. Onları sanki kan bağları birbirine çekiyordu.
Ben yatakta uzanırken Körpe genellikle yatağın aşağısında oturur, dizlerini kucaklardı. Sağ bacağında diz kapağının üstünde üstü siyah kıllı, büyük beni vardı. Ferec Dayı ise o kadar utangaçtı ki, onu hiç kimse kısa kollu gömlekle veya çorapsız görmemişti. Giyinirken kimse görmesin diye koğuşta herkesten erken kalkar herkesten geç yatardı.
Körpe tahliye olduktan iki gün sonra Ferec Dayı hastalandı. Ateşi o kadar yükselmişti ki sürekli sayıklıyordu. Günde iki defa iğne yapılmasına rağmen ateşi düşmüyordu. Sonunda halk arasında yaygın olan tedavi usullerine baş vurduk. Ferec Dayı’nın yeri pencerenin önünde olduğu için onu daha ortada olan benim yatağıma taşıdık. Ben de Körpe’nin oturduğu yerde oturdum. Aniden onun bacağında aynı yerde, aynı büyüklükte aynı ölçüdeki beni gördüm. Şaşırmıştım. İçimden: ”Bu ne sırdır Allah’ım!” diye geçirdim.
Akşama doğru Ferec Dayı biraz daha iyi olmuştu. Bir kağıt kalem alıp herkesin adını ve doğum tarihini yazdı. Böylece önceden herkesin doğum gününü bilip hazırlık yapacaktık. Aralık ve ocak aylarında bu doğum günlerinin dördünü kutlayacaktık. Benim ismim de bu sıraya giriyordu ama ben Şule’den ayrı doğum günü kutlamak istemiyordum. Bu nedenle doğum günüm olarak 25 Ağustos gününü belirttim. Ancak hapishanede hiçbir sır gizli kalmazdı.
Doğum günümün tesadüfen öğrenileceğini düşündüğümden, Damet’ten bunun gizli kalmasını rica ettim. Hapishanenin yazılı olmayan kurallarına göre, doğum tarihimi neden gizlediğimi açıklamak zorunda değildim. Bu işi para hallederdi. Damet’e biraz harçlık verip diğer boş boğazları da susturmasını isteyince her şey yoluna girdi…
Doğum günümde hem Şule’den hem de yurttan bol miktarda yiyecek gelmişti. Öğrenci arkadaşlarımın gönderdikleri hediyeleri tek tek kontrol edip Ferec’e verdim. Herhangi bir tebrik mesajı yoktu ama gelen hediyelerin içindeki doğum günü pastası soframızın süsü oldu.
Hapishaneye girmeden önce Bayıl’ın nasıl bir yer olduğunu hayal etmek zordur. Burası hasret yuvasıdır. Bayıl dediğimde genellikle hapishane hayatı gözlerimin önüne gelir. Meydanda tutuklananlardan farklı olarak adi suçlardan yakalanmış olanlara tamamen farklı bir davranış vardı. Bazen bu mahkumları öylesine dövüyorlardı ki onlar, haftalarca acıdan kıvranıyordu. Koğuşun gözü önünde birçok dayağa şahit olduk. Bizi ise ne döven vardı ne de söven…
Bu yüzden kendimi diğer mahkumlarla karşılaştırmak istemiyordum ama yine de hapishanedeydim. Koğuşun yönetilmesinde kesin bir adalet sağlamıştım. Bize gelen para, hediye ve sigaralardan kapalı bölüme ve diğer hapishanelere belli bir pay gönderiyorduk. Onlar da bize el işi hediyeler gönderiyorlardı. Bir gün, 6. koğuştan bir tesbih aldım. Onu verirken Damet yavaşça fısıldadı:
–Kitabı iyi oku!
Bu gecelerde sabaha kadar uyuyamadım. “Ne kitabı, hangi kitap, bu adam ne demek istiyordu?” gibi sorular bana huzur vermiyordu. Gecenin bir yarısında zorla da olsa uyumak istedim. İpi kırılmasın diye elimdeki tesbihi yatağımın üst kısmında bir demir parçasına asmak için hafifce yan dönüp dikleştim. O sırada koğuşun zayıf ışığında tesbihin başındaki kitap figürünü gördüm. Tesbihi asmaktan vaz geçip elimde sağa sola çevirmeye başladım. Figürün tam ortasında bir çizgi vardı. Bu çizgi güzel görüntü vermek için yapılmış olabilirdi. Ancak içimden bir ses bu figürün kitap gibi iki parçaya açıldığını söylüyordu.
Bu figürü açmak için sağa sola itmeye başladım. Ancak bir türlü açılmıyordu. Kafam öyle dalgındı ki Körpe’nin kafamın üstünde durduğunu farketmedim. “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sorunca aynı şekilde fısıltı ile: “Bir tane iğne bulabilir miyiz?” dedim. Yüzüme baktı hiçbir şey demeden geri dönüp yatağına doğru gitti. Ben gardiyanlardan para ile satın almayı düşünürken yanıma geri gelen Körpe’nin