Sabir Şahtahtı

Azatlık Türküsü


Скачать книгу

Mart 1918 katliamlarını, Nisan 1920 işgâlini, 1937 Stalin-Bağırov baskısını, 1948-1953 yıllarındaki yasadışı tehcirlerin intikamını almaya, yıllardan beridir nesilden nesile üst üste yığılan kin ve nefret duygularını haykırıyormuş gibi gelmişti. Ve şimdi de aynı düşüncedeyim ki, halkın meydan okuması yalnızca Sovyetler Birliği liderliğini değil, aynı zamanda Azerbaycan’daki tüm emperyalist güçleri korkutmuştu. Milyonlarca insanın bir anda oturup kalkması, kocaman bir halkın silahsız bir şekilde imparatorluklara karşı birleşmesi, başka biçime yorumlanamazdı.

      Şule ile iki günlük tanışıklığım, yıllardan beri içimde duyduğum boşluğu doldurmuştu. Onun akıllı konuşmaları, geniş dünya görüş açısı ve birçok konu hakkında bilgili olması beni kendisine hayran etmişti. Beğenmediğim tek şey, biraz açık saçık giyinmesiydi. İkinci gün yine bademli ile patatesli börek yedik. Daha önceki yerimizdeydik. Aniden sordum:

      – Baban böyle giyinmene itiraz etmiyor mu?

      Şule:

      –Ben bütün hareketlerimi biliyorum. Giyim insanın kendisi içindir. Bu başkasına göstermekle ilgili değil ki…

      Sesinin tonunu biraz düşürüp Rus dilindeki bir deyimi hatırlattı: “Odevaytes tak kak vam udobno”9 Bu dünyada çok ünlü bir ifadeydi. Şule, açık saçık giysisinden hoşlanmadığımı hissetmişti. Onun bir daha açık saçık elbise giyindiğini görmedim.

      Birgün yine aynı vakitte gitmek zamanının geldiğini hareketleriyle anlattı. Ben onu nefret ettiğim ağacın yanında bırakacaktım. Miting alanından birazcık uzaklaşmıştık ki etrafta birçok askerin toplandığını gördük. Şule çok korkmuştu. Şişman adam yine aynı yerde bekliyordu. Şule bu defa hemen arabaya binmedi. Ağacın yanına geldiğimizde kolumdan tutarak beni çimenliğe doğru çekti:

      –Yarın bir mesele için bana yardım eder misin?

      Gayri ihtiyari olarak:

      –Neden etmeyeyim ki?

      Merakımı yenemeyerek açıklama yapması için gözlerinin içine baktım. O ise gülümseyerek sağ elinin işaret parmağı ile burnumun ucuna dokunup hafifçe okşadı:

      –Korkma. Sana zarar verecek hiçbir iş demem. Meydanda para toplandığını biliyorsun! Babamdan bize yardım etmesini isteyeceğim ama öyle yapmalıyız ki bu yardımı babamın göderdiğini kimse bilmemeli olur mu?

      Yavaşca elimi gözümün üstüne götürdüm. Şule endişe ile devam etti:

      –İstersen seni yatakhaneye götürelim?

      –Teşekkür ederim, ben bu gece nöbette kalacağım.

      –Bütün gün burada durdun! Hastalanacaksın! Benim cevap vermediğimi görüp bir an düşüncelere daldı. Ne düşündüyse artık biraz tereddüt içerisinde:

      –Gel bize gidelim. Yemek ye, biraz dinlen, sonra dönersin. Bizimkilerden rahatsız olmana gerek yok.

      “Hayır, ayıp olur bence!” diyerek onun gözlerinin içine baktım. İlk defa, benden utandığını hissettim. Yanaklarında oluşan kızarıklık bütün yüzünü kapladı. Ancak bu kızarıklık ona çok yakışmıştı. Bu kızarıklık onun utanma duygusuna ve ahlakına nur saçıyordu.

      Vedalaşarak arabaya doğru yürürken başı aşağıdaydı. Bana öyle geldi ki yüzündeki kızarıklık gecenin karanlığında ay ışığı gibi onun yolunu aydınlatıyordu. Volga’nın sesi uzaklaşınca, bedava sigaradan birini yakarak derin bir nefes aldım. Bir süre orada durdum.

      İÇİMİ KEMİREN ŞÜPHELER

      Miting alanına doğru giderken bir adam koluma yapıştı. Etraf yarı karanlık olduğundan suratını göremediğim adamdan ürkmüştüm. Sesinde bir titreme hissettim. Adam hemen konuya geçti:

      –Kardeş, o kızı tanıyor musun?

      O zamanlar gençler arasında kız için pek çok kavga olurdu. Dövüşmeye hazır bir vaziyette durdum. Şule hakkında herhangi bir şey deseydi yumruğumu alnının ortasına vuracaktım. Anlaşılan çocuk da bunu hissetti. Bu nedenle, önce beni yumuşatmaya çalıştı:

      –Seni çok kez miting alanında gördüm. Herekat’a yakın bir adamsın. O kız KGB’nin10 adamıdır. Sen kendini de başkalarını da tehlikeye atıyorsun.

      Bir süre, tüm hayatım altüst oldu. KGB nerede, ben neredeydim? İki taşın arasında kalmıştım. Bu gence inanacak mıydım, yoksa yalan mı söylüyordu? Ona kim olduğunu sordum. Cebinden bir öğrenci kimliği çıkardı ve bana gösterdi. İnandırıcı bir sesle:

      “Şule, dayımın komşusudur. Burada da onu tesadüfen gördüm. Sizden ricam dikkatli olun. Benden ve bu konuşmalardan asla söz etmeyin!” dedi.

      İş dikkatli olmaktan geçmişti. Onu mitingin planlandığı alanlara götürmüştüm. Ertesi gün oraya para getirecekti. Bütün bunlar bir yana ben onu sevmeye başlamıştım. Bu arada çeşitli kişilerden oluşan bir grup, bir dizi sloganlar atarak yanımızdan geçip gitti. Kafamı karıştıran bu gence bazı sorular sormak için döndüğümde yanımdan gitmişti. Yanımızdan geçen grupla beraber uzaklaşmıştı. O anda, oda arkadaşım Hamit karşımda durdu. Selamlaştıktan sonra ona sordum:

      –Bugün istirahat günün değil mi, neden buradasın?

      –Sıkıldım. Dün, BDU’dan genç bir öğrenci ile tanıştım. Nasıl bilgili birisidir, bir bilsen? Siyaseti de iyi biliyor. Seninle tanışmak için odaya getirmiştim. Ama uyandığımızda senin olmadığınızı gördük.

      Benim tüm düşüncem Şule ve KGB arasında dolaşıyordu. Hamit düşünceli olduğumun farkına varmadan devam etti:

      –Diyor ki ulusal özgürlük kandan beladan geçiyor. Eğer hepimiz şehit olmaya hazırsak, istediğimiz şeyleri gerçekleştirebiliriz.

      –Şehit olmak nedir?

      Bu soruyu biraz tereddütle Hamit’in yüzüne bakarak sormuştum. Hamit gülümseyerek:

      –Yani özgürlük için canımızdan geçmek.

      Çocukluk anılarım bana yardımcı oldu. Hatırladım ki bu köyde gizlice Muharrem ayına ait törenler yapıldığı zaman, kadınlar sinelerine vurarak “İmam Hüseyin’in şehadeti!” diyorlardı. Ben, vatanım için her şeye hazırdım ama şehit olmak istemiyordum. Çünkü Şule vardı! Ben ölseydim o nasıl olacaktı? Bir an içim titredi. Hamit konuşkan biriydi. Benim ona kulak vermediğimi görünce başka birini bularak onunla konuşmaya başladı. O gençten duyduğu sözleri kendi düşüncesiymiş gibi cesurca konuşuyordu. Hamit’in meşgul olduğunu görünce bu fırsatı değerlendirip oradan ayrıldım. Yalnız kalmak istiyordum.

      Kendim hakkında karar vermiştim: Bir daha miting alanındaki sahneye çıkmayacaktım. Mitinglere gelecek ve iki gecede bir, nöbete kalacaktım. Standların sol tarafında merdivenlerin yanında durdum. Çok tuhaf bir seçim karşısında kalmıştım: Ya Şule’den vazgeçmeliydim ya da sahneyi ondan korumalıydım. Sovyet askerlerinin meydanı boşaltacağı kesindi. Şule hakkında acele bir karar vermezsem onu kaybedebilirdim. Sonra onu nereden bulacaktım. O isterse beni bulabilirdi ama ben bulamazdım… Bu düşünceleri aklımdan geçirerek beş günü bitirdim.

      Arada bir son sahnenin basamağına çıkarak hasretle miting alanına bakıyordum. Şule ortalarda görünmüyordu. Belki de ben olmadan merdivenlere çıkmasına izin verilmiyordu. İçimde müthiş bir ümitsizlik vardı. Başlamakta olan aşkımı yitirmiştim.

      Diğer taraftan sahneye rahatlıkla girip çıkan Şahve şimdi sıradan birisi olmuştu. Miting alanının etrafında tanımadığım