Orhan Söylemez

Türk Dünyasında Milli Ruh ve Edebiyata Yansıması


Скачать книгу

yayına birlikte hazırladığımız doktora öğrencisi Ömer Faruk Ateş’e teşekkür etmek istiyorum. Yüksek lisans öğrencim Fatih Sultan Yılmaz kitabı baştan sona okudu ve redaksiyon işlerini yüklendi. Kayda değer düzeltmeler yaptı. Ona da teşekkür ediyorum. Onlar olmasaydı bu kitap ortaya çıkmazdı.

Prof. Dr. Orhan Söylemez

      BÖLÜM I

      EDEBİYAT VE MİLLÎ KİMLİK

      ÇEYREK ASIRLIK TECRÜBENİN EDEBİYATA YANSIMASI

      Orhan SÖYLEMEZ – Ömer Faruk ATEŞ1

      Millet ve milliyetçilik konularında çalışan bilim insanları, bu iki mefhumun ortaya çıkışı noktasında farklı görüşlere sahip olsa da ortak noktada buluştukları bir gerçeklik vardır: O da Fransız İhtilali’nden sonra bu iki kavramın dünyadaki siyasal ve sosyal gidişatı değiştirtirdiği hakikatidir. Milliyet kavramı, ister milliyetçilerin yaptığı gibi insanlık tarihinde en eski çağlarından beri var olan “doğal bir yapı” olarak, isterse Benedict Anderson gibi teorisyenlerin bakış açısıyla modernleşme süreçlerinin ürünü “hayali bir cemaat” şeklinde kabul edilsin, bu hakikat değişmez.2 Müslüman-Türk dünyasında modernleşme süreçleri geç başladığı için, “modern anlamda milliyetçilik” akımları da geç doğmuştur. Fakat XIX. yüzyılın sonu, XX. yüzyılın başında gerek Osmanlı Devleti’nde gerekse Rus işgali altındaki Türk dünyasında bu akımın önemli toplumsal ve siyasal dönüşümlerin başını çektiği de ortadadır. Millî şuurun uyanmasıyla birlikte Türkler, kendi geçmişlerine bu bilinçle bakmaya başlamış ve tarihin her döneminde olduğu gibi, geleceklerini inşa ederken “bağımsız olma” duygusunu esas almaya devam etmiştir.

      Türkler köklü bir geçmişi olan, tarihsel süreç içerisinde çok sayıda devlet kurup kendine özgü bir kültür inşa eden ve geniş bir coğrafyada varlığını sürdüren kadim bir millettir. Bu uzun geçmiş, başarılarla olduğu kadar, düşmanlara karşı var olma mücadelesi ve bu mücadele için ödenen bedellerle de doludur. Türkler için milletler sahnesinde var olma mücadelesi vermek, tam anlamıyla bağımsız olmak demektir. Zira Türk milleti, tarihin hiçbir döneminde başka bir milletin boyunduruğu altında yaşamayı kabullenmemiştir. Bu nedenle Türklük bilimi incelemelerinde bağımsızlık kavramını merkeze alarak pek çok çalışma yapmak mümkündür. “Türk dünyası”, dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşayan Türk topluluklarının tamamını kapsayan bir kavramı ifade eder. Bu coğrafya üzerine konuşurken ve değerlendirme yaparken özellikle XX. yüzyıla dikkatleri çekmek gerekir. Zira XX. yüzyıl, Türk dünyasının çok önemli gelişmelere ve dönüşümlere sahne olduğu bir zaman dilimidir. Türk dünyası coğrafyası, XIX. asrın başlarından itibaren Çarlık Rusya’sının işgaliyle yeni bir döneme girmiş, bir taraftan Rus ve Osmanlı etkisiyle modernleşme sürecini yaşarken diğer taraftan bağımsızlığın yollarını aramıştır. Özellikle XX. yüzyılın başında milliyetçiliğin modern bir ideoloji olarak Türk halklarını etkisi altına almaya başlaması ve buna bağlı olarak milliyetçi aydınların millî kimlik inşası için seferber olmaları, geleneksel Şark toplumunun dönüşümü için önemli bir başlangıç olmuştur. İsmail Bey Gaspıralı, Hüseyinzâde Ali Bey, Ağaoğlu Ahmed gibi aydınların ümmet ve millet farkını ortaya koyan entelektüel faaliyetleri, basın/yayın organlarının çabalarıyla geniş kitlelere ulaşmıştır. Çarlık Rusya’sının içerisinde bulunduğu sıkıntılı durumu avantaja çevirmeye çalışan Türk halklarının aydınlar ve edebiyatçılar öncülüğünde yaşadığı bu değişim, siyasî bağımsızlığa giden yolda önemli bir adım olmuştur. 1918 yılında Müslüman-Türk dünyasında kurulan ilk cumhuriyet olan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, bu durumun somut bir göstergesidir.

      Eğitimi ön plana almasıyla bilinen Maarifçi ve Ceditçi aydınların çabalarıyla yeniden yapılanma sürecine giren ve Çarlık Rusya’sının baskısından kurtulmak için çabalayan Türk halkları, 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi ile kendilerini yeni bir siyasî sürcin içerisinde bulmuştur. Çarlık rejimini “halklar hapishanesi” olarak nitelendiren ve her ulusa kendi kaderini tayin hakkı vaat eden Bolşevik hareketi, başlangıçta ezilen kesimler için birer umut olsa da, sonrasında uyguladığı politikalarla Türk halkları için yeni bir sıkıntılı dönemi başlatmıştır. Bu baskı dönemi özellikle Stalin’in iktidar olduğu yıllarda büyük bir zulme dönüşür. Sovyet yönetiminin “ideolojik aygıt” olarak kullandığı tüm propaganda araçları, Türk halklarını kimliksizleştirmek ve rejimin idealindeki Sovyet insanını yaratmak için seferber edilir. Bu araçların başında da edebiyat gelmektedir. Biçimde millî, içerikte sosyalist olması istenen Sovyet edebiyatı, “sosyalist realizm” adı verilen ve devlet eliyle şekillendirilen bir edebiyat anlayışıyla tüm Türk topluluklarına dayatılır. Sovyet döneminde teşekkül eden bu edebiyat, araştırmacıların başlı başına ele alması ve kimliksizleştirme bağlamında değerlendirmesi gereken bir konudur.

      Sovyet yönetimi, çok uluslu yapısını koruyabilmek için daima enternasyonelizmi savunmuştur. Lenin’in milliyetçiliği “yok olmaya mahkûm, gerici bir burjuva ideolojisi” ve “kapitalist düzenin tezahürü” olarak nitelemesi, Sovyet yönetimindeki halkların milliyetçi yönelimlerine izin verilmeyeceğinin bir göstergesidir. (Süleymanlı, 2006: 150) Zira SSCB yönetimi, dünyayı sınıf çatışması üzerinden okuyan Marksist ideolojiye sahiptir ve bu nedenle sınıf siyaseti temel alınacaktır. Fakat halkların eşitliği ve kardeşliği ilkesi, sürekli Türk halklarının aleyhine işlemiş ve Stalin döneminde Rus milliyetçiliği ön plana çıkmıştır. 1980’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin ekonomisinin bozulmasıyla birlikte merkezi yönetim zayıflamış, bu durum uzun yıllar boyunca millî kimliklerine saygı duyulmayan Türk halklarının harekete geçmesini sağlamıştır. (Şadıhanov, 2006: 3-4) Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlık dönemi başlasa da bu süreç Türk halkları açısından hiç de kolay olmamıştır. 1986 yılında Kazakistan’ın o dönemki başkenti Alma Ata’da gerçekleştirilen büyük mitingin Sovyet yöneticileri tarafından sert bir şekilde bastırılması, 1988 yılında Azerbaycan’da yapılan halk gösterilerinin sonucunda çok sayıda insanın öldürülmesi ya da mahkûm edilmesi, bağımsızlık yolunda ödenen bedelleri göstermektedir.

      XX. yüzyılda Türk dünyası edebiyatlarında millî konuların işlenmesi önünde büyük engeller olmakla birlikte bu baskıcı tutum hep aynı düzeyde ilerlememiştir. Sovyet dönemide yaşanan büyük sansüre rağmen, dünya siyasetinde yaşanan gelişmelere ve SSCB yönetiminin iç meselelerine bağlı olarak edebiyat konusundaki tutum zaman zaman değişmiş, dönemsel rahatlamalar olmuştur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türk halklarının desteğine ihtiyaç duyan Sovyet yönetiminin sosyalist realizmde bazı esnekliklere gittiği görülür. Azerbaycan edebiyatında bu yıllarda Güney Azerbaycan (Cenup mevzuu) konusunun yer yer milliyetçi söylemlerle ele alınmasına izin verilmesi bu durumun bir göstergesidir. (Akpınar, 1994: 81-82) Savaş sonrasında edebiyat üstündeki baskı tekrar artmıştır. Ancak 60’lı ve 70’li yıllardan itibaren Sovyet edebiyatı, kendi iç dinamikleri nedeniyle farklı eğilimleri kabullenmek zorunda kalmıştır. Bizzat Rus yazarlar tarafından sosyalist realizmin klasik tanımına uymayan eserlerin yazılması, sosyalist realizmin sınırlarının yeniden tanımlanmasını zorunlu hâle getirmiştir. (Tagızade, 2006: 22) 1960’lı yıllarda Azerbaycan edebiyatında ortaya çıkan ve “Yeni Nesir” olarak adlandırılan eğilimin de sosyalist realizmin kalıplarına sığmadığı ortadadır.3 XX. yüzyılın son çeyreğinde ise Sovyetler Birliği dağılma dönemine girmiş olduğundan edebiyatta muhalif sesler daha güçlü