Orhan Söylemez

Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik


Скачать книгу

arasındaki farkı izah ederken; “Tarih, olayların tekrarlanmasından başka bir şey değildir, roman ise uydurma bir tarihtir” diyor.3 Roman sanatı üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen Şerif Aktaş, tarihçilerin belirttiği gerçekler “değişikliğe uğrayarak edebî eserin dünyasına girer” derken roman ile tarihi birbirlerinden ayırır; Aktaş’a göre “En gerçekçi olduğu iddia edilen edebî eserler dahi yaşanmış değil, gerçeğe uygun olanı dikkatlere sunar.”4 Bu çeşit tanımları çoğaltmak mümkündür. Özellikle son tanımda dikkati çeken nokta “tarihçilerin belirttiği gerçek,” “en gerçekçi olan” ve “geçmişteki gerçek” gibi ifadelerdir. Öyle ise tarihçilerin yazdığı gerçek veya geçmişteki gerçek denilen “gerçek” nedir? Hakikaten böyle bir gerçek var mıdır? Bu soruların cevabı ayrı bir tartışma ve inceleme konusudur. Richard Lee, History is but a fable agreed upon: the problem of truth in history and fiction” başlıklı yazısında tarihî romanın okuyucuyu nasıl geçmişe götürdüğünü ve tarihin tozlu sayfalarında kaybolmuş olan değerleri onlara nasıl hissettirdiğini şöyle açıklıyor:

      Bu da tarihî romanın yaptığı şeydir. Bir kahraman olarak, aksi takdirde ölü olacak veya bizim için kayıp sayılacak şeyi hissettirir. Bizi geçmişe taşır. Ve en iyi tarihî roman geçmişin ‘GERÇEK’iğini bize sunar ki bu da tarih kitabının gerçeği DEĞİLDİR, fakat daha büyük gerçek, daha önemli bir gerçek—KALBİN gerçeğidir.5

      Pek çok örnekten birisi olarak Özbek yazar Aybek’in Nevai romanı burada zikredilebilir. Eser, bilinen tarihî gerçeklikle büyük bir uyum içindedir. Roman kişilerinin hemen hemen tamamı aynı zamanda tarihî şahsiyetlerdir. Yazar, en küçük teferruatlarda bile tarihe sadâkat içinde kalmaya dikkat etmiştir. Mesela; Nevâî’den intikâl eden resmî yazılarda isimlerin altına mühür basılması gibi küçük bir âdet bile romanda işlenir. (Nevai: 127-128)6 Dildâr ve Arslankul gibi başından aşk macerası geçen kahramanların dahi, şifâhî kültürün folklorik kahramanları olabileceğini düşünmek gerekir. Gerçi edebî eserlerin kahramanları her ne kadar tarihten çekilip alınsalar da öncelikle edebî kahramanlardır. Bu konuda Rene Wellek-Austin Warren “Bir romandaki A karakteri, tarihî veya gerçek hayattaki bir kişiden farklıdır. Bu karakter yalnızca onu niteleyen veya yazarın onun ağzına koyduğu cümlelerden yapılmıştır; o ne bir geçmişe, ne bir geleceğe, bazen ne de bir hayat sürekliliğine sahiptir.” demektedir.7 Çünkü bir eseri edebî yapan şey; hakikate uygunluktan ziyâde kurgusallık, icat ve hayal gücüdür.8 Fakat Aybek’in Nevâi romanında takip ettiği tarihî hassasiyet, inceleme yaparken bu hususları da göz önünde bulundurmayı zarurî kılar. Şunu da belirtmek gerekir ki yazar, unsurları alırken ne kadar tarihe sadakat içinde kalmışsa bu unsurların terkibinde ve işlenişinde de o kadar tarihten uzaklaşmıştır. Mesela; hemen her tarih kitabının hakkında destanlar yazdığı Sultan Baykara, romanda Mecdiddin’in tesirinde, vezirinin kötülüklerine ortak bir insan olarak karakterize edilir. Daha genel bir ifadeyle roman, Nevâi’yi destanlaştırmak için yazılan bir medhiye mahiyetinde olduğundan tarihî gerçeklik üzerinde bazı tasarruflarda bulunduğu gibi – hepsinden önemlisi – romanın olmazsa olmaz nitelikleri üzerinde de ciddî tasarruflarda bulunmuştur.

      Türkiye’de de çok rağbet gören tarihî veya tarihsel roman üzerine önemli bir çalışma olan Tarihsel Roman Üzerine adlı eserinde Turgut Göğebakan, Walter Scott’tan beri gelişen tarihsel romanın gelişimini teorik açıdan incelemiştir. Göğebakan, Alman yazar Alfred Döblin’in “Tarihsel roman her şeyden önce romandır, tarih değildir” sözüyle başlar. Bu tespit doğrudur; zira roman, romandır, tarih metni değildir. Göğebakan, romanın tarihle olan ilişkisinin Antik Yunan’a kadar götürülebileceğini belirtir. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda da belirtildiği gibi Dr. Alyılmaz’ın değerlendirmesinden hareketle Türk edebiyatında tarihsel romanı da 8. yüzyıla götürmek mümkündür. Göğebakan, Lukacs’ın tarihî roman tanımını da “Tarihsel roman, Döblin’in imlediği roman niteliği başta gelmek üzere, herhangi bir tarihsel dönemi ya da olayı gerçeğe yakın, ama sanatsal bir biçimde aktaran bir roman türüdür. Tarihsel roman yazarı, tarihsellik ilkesinin olduğu kadar, eylemin yazınsal boyutunun da bilincindedir” diyerek kendisi formüle eder.9 Göğebakan çalışmasında, Sadık Tural’ın “konunun tamamlanmış, zaman mührünü yemiş olması gerekiyor. Yani tarihsel olayın yazınsal bir malzeme hâline geldiği tarihte mutlaka tamamlanmış olması gerekiyor” şeklindeki tarihî roman tanımını da verir. Nitekim Tural’ın vurguladığı nokta, bu çalışmada ele alınan hemen hemen bütün romanlara uymaktadır. Çünkü ele alınan eserler içinde konusunu en yakın tarih olan Sovyetler Birliği döneminden alanlar çoğunluktadır ve Sovyetler Birliği de dağılıp tarihe karıştığına göre, incelenen romanların tarihîliği veya tarihselliği tartışma konusu olmanın dışında kalmaktadır.

      Tarih meselesi veya tarihî kimlik, 20. yüzyılın son on yılında bağımsızlığını kazanan Orta Asya halkları ve kısmen bağımsızlığını kazanan diğer Türk asıllı halklar için oldukça önemlidir. Millî kimliğin oluşmasında “ortak bir geçmiş”e sahip olmanın vazgeçilmezliği, teorisyenler tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Sovyetler Birliği içinde yaşayan halklar kendi kimliklerini koruyabilmek için büyük çaba sarf etmiştir. Aydınlar ve yazarlar bu meseleyi gündemde tutabilmek için -satır aralarında bile olsa- eserlerinde işlemiştir. Bundan maksat halkta bir “tarih” şuuru oluşturmaktır.

      Burada sorulması gereken soru şudur; “Niçin yazarlar tarihî malzemeyi alıp işlerler?” veya “Niçin Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk asıllı halkların yazarları tarihin derinliklerine giderek eserlerini yazdılar?” Bu soruların cevabı tarih ve tarihe bağlı olarak gelişen millî kimlikte yatmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmada, Türk dünyasının romanları taşıdıkları tarihî özelliklerine göre geniş bir tahlile tâbi tutulacak, tarihsellikleri veya tarihe uygunlukları tartışılacaktır. Diğer taraftan, romanların devirlere göre tahlillerinin yapılmasından sonra, özellikle Sovyetler Birliği dönemini ele alan eserler incelenirken “millî kimlik” ile alakalı noktalara temas edilecek ve bu kimliği oluşturan unsurlara dikkat çekilecektir. Son bölümde ise “millî kimlik” ile alakalı konular daha genel hatları ile ele alınacak ve değerlendirmelerde bulunulacaktır. Elbette bütün bunlar yapılmadan önce eldeki malzemeyi göz önünde bulundurarak çeşitli tasniflere gitmekte fayda vardır.

      Bu çalışmada üzerinde durulacak olan malzeme, Türkiye Türkçesine aktarılmış ve okuyucunun ulaşıp kullanabileceği Türk dünyası romanlarıdır.

      Stalin sonrası Kazak ve Özbek romanlarını inceleyen araştırmacı akademisyen Timur Kocaoğlu, yazarların sıklıkla kullandıkları konular arasında tarihin yerinin önemini vurgular. Araştırmacıya göre genç Kazak ve Özbek yazarlar, Parti sansürüne takılmadan geçebilecek şekilde, okuyucularının dikkatlerini millî tarihinin belirli dönemlerine çekmeye çalışırlar. Özellikle 1960 ve 1970’li yıllarda yazılan eserlerde yazarlar, halkın millî şuurunu güçlendirmek ve geliştirmek gayreti içinde eserler yazarlar. Mesela Kazak yazar İlyas Esenberlin’in tarihî üçlemesi ve Özbek yazar Adil Yakuboğlu’nun romanı Uluğbey’in Hazinesi (1973) bu dönemde yazılmıştır. Esenberlin, Köşpendiler adlı üçlemesinde Kenesarı’yı sadece Rus işgaline karşı çıkan bir lider olarak değil, aynı zamanda Kazakları bir arada tutmaya çalışan millî kahraman olarak da tasvir eder. Sovyet kaynakları ise Kenesarı’yı “feodal bir despot” olarak kaydeder.