Nurcan Kuantayulı

Kara Özek


Скачать книгу

bölüm eğer misafirliğe gidildiğini tespit ederse, hele hele de bu fırsatı sağlayan dubak öğrenilirse gereken işlemi derhal yapardı.

      Operasyon bölümünün elemanları Hapishane Müdürünün güvendiği temsilcileriydi. Onlar Müdüre hapishanede koşandan düşene kadar her türlü bilgiyi veriyordu.

      Kamptaki mahpuslarla mücadele eden Mişa Lıçkin adlı İçişleri görevlisi biri vardı. Tam bir jandarma gibiydi. Judo ustasıydı. Mişa. Voronej Polis Yüksek Okulunu üstün başarıyla bitirmişti ve gençti. Hapishaneye ilk geldiği günden beri herkes ona “Bizim Mişa” diyordu. Eğitimli, bilinçli bir uzman olarak dikkati çekmişti. Demir kapıyı yavaşça açıp sesini çıkartmadan, hızla, fark ettirmeden gelebildiğinden “kedi” lakabını almıştı.

      Üstelik Mişa cezaevinde çalışan kadınlardan hiçbiriyle yüzgöz olmamıştı. Votkaya, sigaraya hevesli değildi. İşini çok iyi yapan bu orta boylu, yakışıklı genci herkes seviyordu. Sebebi pek de belli değildi. Ama Mişa’dan hem mahpuslar hem de gardiyanlarla dubaklar çekinirdi. Sanki bu iş için yaratılmıştı. Bugüne kadar hiçbir gardiyana ve dubaka bağırmamış, hiçbirine uyarıda bulunmamıştı. Kimse onun hakkında bir şikâyet olduğunu asla tahmin edemezdi.

      Kameracı diyen böyle mi olur?

      Gecenin bir yarısında herkes uyurken Lıçkin elinde dosyasıyla gülümseyerek gezerdi. Durup dururken, hem de yok yerde “şu koğuşu aç ve içindeki mahpusları dışarı çıkar, oturt” diye emir verir, kendisi “korpusnoyu” göndererek mahpusların kartlarını aldırtırdı. Yoklama yapıldığında bir mahpus misafirlikte çıkardı. Böylece misafirliğe gideni hemen yakalardı. Bu yöntem sayesinde dubakların hemen hemen hepsi Lıçkin’in tuzağına düşerdi.

      Görevlileri ve dubakları koğuştaki adamının yardımıyla mı tuzağa düşürüp düşürmediğini kim bilebilirdi ki? Her neyse, Lıçkin’in karşısında suçsuz olan hapis sakinleri yoktu elbette.

      Böylece günler geçip gidiyordu.

      Ama bir gün Haknazar’ın koğuşuna İçişleri görevlisi Mişa girmiş, onunla güya sohbet etmişti. Adam “Ortakların kim, aranızda neler konuşuluyor,” diye soru sormuş, benzer sualleri tekrarlayıp durmuştu. Daha geniş, konforlu koğuşa aldıracağını, böylece rahat edeceğini söyleyip ona vaatlerde bulunuyor, aklınca onu kurnazca aldatıyordu.

      Bu yalancı sohbet Haknazar’ın aklında kalmıştı. Özellikle odasından çıkarken “milliyetçi isen kampta çürütürüm seni” demişti. O tehdit dolu sesi kulağından hiç gitmiyordu.

      İşte o Lıçkin’in aradan yedi yıl geçtikten sonra bu hapishanenin müdürü olduğunu duymuştu.

      İçişleri görevlisine yakalanmamak için dubaklar “kazancını” çok sekem alarak yaparlardı. Meselâ, içki satmak suçtu. Ama fark ettirmeden yapılabilirse hapishanedeki fiyattan beş kat daha pahalıya giderdi bu içkiler. Hatta bazen on katına kadar yüksek satıldığı oluyordu. O yüzden dubaklar böyle satışlardan kolay kolay çekinmezler, güvenli “müşteri” ile gece özel olarak konuşurlardı.

      Yine de üst rütbeli subayların “kazancının” yanında dubaklarınki devede kulak bile değildi. İzolatör adına yapılsa bile ziyaretçilerle birkaç saat yüz yüze görüşmek, içeriye çuval çuval gıda sokmak gibi işler elbette Cezaevi Müdürünün izniyle yürütülürdü.

      Televizyonu olan iki kişilik, dört kişilik “lüks” hücreler de mevcuttu. Paralı mahpuslar buralarda yatıyordu. Dedikoduya bakılırsa Müdür de haftalık “kazancını” şıkır şıkır sayıyormuş.

      Bunun gibi daha pek çok alışverişler vardı.

      Dört ay süresince Soruşturma İzolatöründe bulunan Haknazar bunların birkaçına şahit olmuş, hepsini görmüş, incelemiş, hapishanenin altın tabak olduğuna inanmıştı. O Altın tabaktan yemlenen, derisi parlayanların biri de üst subay Üsenov’tu.

      Söylentiye göre Üsenov’un babası hayatı boyunca bu hapishanede çalışmış, Sorgulama İzolatörü Başkanının nöbetçi yardımcısıyken kalpten ölmüş, böylece bu hapishaneden cesedi çıkmıştı.

      Üsenov çok acımazsızdı. Kazakça bir kelime bile bilmeyen bu gaddar adam hapishanenin düzenini denetleyen, mahkûmların günlük hayatından sorumlu olan, hava almaya çıkaran ve içeriye sokan, bu ve benzeri işleri yürüten bölümün başkanlığını yapmıştı.

      Babadan evlada geçen mesleğin sahibi Üsenov geliyor dense hem mahpuslar hem gardiyanlar hem de dubaklar titrerdi. Ağzından alev çıkan, kısa boylu bu adamın görünüşü farklıydı. Ona ne zaman bakarsanız bakınız, kabağı düşük, hayattan memnun olmayan birini görürdünüz. Gençliğinden beri hapishanede günlerini geçiren ve buranın neredeyse her noktasını, her halini, olup biteni adı gibi bilen Üsenov mahkûmları soketle acımasızca döver, canlarını çıkartırdı.

      Mahkûmlar onun gözüne görünmemeye, eline düşmemeye çabalarlardı. İster cezalı olun ister olmayın bir yakalanırsanız işiniz bitti demekti. Gözünüzün yaşına bakmadan doğrudan daracık hücreye tıkılırdınız.

      Bu hücreye döşek verilmezdi. Gündüz açılmayan karyolaları ile insanın iliklerini titretecek kadar soğuktu ve çok daracıktı. Hapishane kurallarına aykırı gelen mahkûmlar burada kalıyorlardı.

      Bu hücrede dubaklarla anlaşılırsa ancak üç kez sıvı gıdaya izin veriliyordu. O soğuk hücreye düşmekten ancak para vererek kurtulabiliyordu mahkûmlar.

      Düzen görevlileri hem hücreyi hem de başka koğuşların düzenini denetliyordu. Aynı zamanda mahpusların sağ ve sağlıklı olup olmadıklarını anlamak için pencere demirlerinden içeriye bakıp gözetliyor, tereddüt ettiklerinde bütün koğuşu arayıp yasaklanan eşyaları alıyorlardı. Eğer demir, biz, bıçak gibi şeyleri bulursa hücreden sorumlu kişi sorguya çekiliyordu.

      Bu baskınlar sırasında bir de Üsenov’e yakalanırlarsa bu gaddar adam mahpusları dövüyordu. Eğer tepesi atarsa, baskında sinirlenilecek bir hal varsa, bir de yanına “yüz gram içki” adı verilen patates veya tahıllardan yapılan çorba bulunursa, mahkûm bir tarafa, yükümlülüğü altında çalışan gardiyanı dahi çata pata dövmekten çekinmeyen Üsenov, kendi adamlarının hapishane içerisinde satış yapmasını görmezden gelip hiçbir şey olmamış gibi yanından geçip gidebiliyordu. Kim bilir, belki de “benim kuzgunlarım da az biraz nasiplensin,” diyordu.

      Gece gündüz daracık hücrede kalan mahkûm için en mutlu an dışarıya çıkıp temiz hava alma anıydı. Gardiyanlar koğuştakileri yüksek duvarlarla çevrili avluya çıkartıyor, üstlerine kapıları kilitliyordu. Genişçe olan avluda mahkûmlar aşağı yukarı yürüyerek volta atıyor, zıplayıp rahatlıyordu.

      Haknazar da temiz havayı seviyordu, özellikle açık gökyüzüne bakmayı.

      Mahkûmlar dışarıya çıkıp, volta atmaktan çok hoşlansa da bodrumdaki banyoyu hiç kimse sevmiyordu. Banyo dediğiniz de geniş, içinde duşu olan, sıcak sudan çıkan buharla dolu karanlık bir odaydı. Ama çaresizdiler. Kir, pasak içinde kalmamak ve bitlenmemek için mecburen o karanlık odanın yolunu tutuyorlardı.

      Mahkûmların pek çoğu havası koğuşlara göre çok daha iyi olan, “sıhhi bölüm” diye adlandırılan revirde kalmak istiyorlardı. Hastane de aynı binadaydı. Koğuşlara çok benziyordu. Demir kafes, dökme demir kapı… Yani aralarında pek de bir fark yoktu.

      Ancak revirde birkaç gün kalmak mahkûmlar için büyük tatildi. Zira eli coplu hapishane düzen görevlileri buraya gelmiyorlardı ve azda olsa bir serbestlik, özgürlük vardı. İnsan sayısı da azdı. Havası temizdi. Doktorlar sağlık konusunda dikkatliydiler. Ancak buraya gelebilmek için mutlaka hasta