sesi ile bağıran Kuravlyev Rusça küfrederek sözlerini bitirdi:
“– Lanet olası! Şu raporu doldur dememiş miydim sana! Hâlâ mı geziniyorsun? İş saati bitse de 100 grama ulaşsam diyorsundur.”
Her ne kadar dışarıdan hilesiz, dalgın görünse de yaşamının yarısını hapishanede geçirmiş bu adam mahkûm psikolojisini çok iyi biliyordu.
Genç doktorlara çay içerken demişti ki:
“-Kamburu sadece kör düzeltir” diye boşuna denmemiştir. Bunlar da az değil, ha!”
Bir gün aniden karnı ağrıyıp midesi rahatsızlanan Haknazar’ı acildeki doktor revire yatırdı. Revirde satranç oynayan Haknazar’ı gören Kuravlyev seslendi:
“– Sen! Haydi gel!”
Onu kendi odasına getirdi. Sonra uzun satranç saatleri başladı.
Albay bir kere kazanıp “sonu ne olacak artık” diye düşünen Haknazar’a baktı, konuştu:
“-Hey, delikanlı! Bence sen bu oyunu bir zamanlar güzel oynuyormuşsun, belli.”
Onun turlara katılmayan satranççı olduğunu öğrenince başını salladı:
“-Bir zamanlar biz arada senden yeniliyorduk. Meğerse sen hiç kolay biri değilmişsin.”
Bir sonraki turun galibi Kuravlyev’di. Ama üçüncü turun taşlarını dizdi ve sakin sakin konuştu:
“– Bu oyuna kanamadım. Bir daha oynayalım.”
Haknazar mecburen bir oyun daha oynamak zorunda kaldı.
Kuravlyev dikkatini satranca verirken sordu:
“– Revirde daha kaç gün yatacaksın?”
Ama “neyin var,” demedi.
Haknazar:
“-Bilmiyorum, dedi. Kaç gün kalacağıma doktorlar karar verirler.”
“-Ben çözeceğim. Doktoruna öyle dersin,” dedi beyaz saçlı Albay.
Satranç oyununda yediği yemeğini unutan Albay Haknazar’ın iyileşmesine rağmen onu göndermedi. On gün revirde tuttu, durmadan satranç oynadılar.
Bilgisi güçlü olsa da satranç turlarına katılarak deneyim kazanamayan Haknazar, tüm oynadığı oyun sayısını hesapladığında toplamda Albaya mağlup olmuştu.
Revirde sağlığına iyice kavuşup hücresine dönerken Albay dedi ki:
“– Haydi, dekabrist, yakın zamanda mahkemen olup bir sonraki aşamada gidivermezsen seni yanıma aldırırım. Yine birlikte satranç oynarız.”
Haknazar onun mahkûmları tedavi ettiğini görmemişti. Ama Kuravlyev’in birkaç defa eroin bağımlılarına baktığını fark etmişti. Meğerse onun uzmanlık alanı nöroloji imiş. O yüzden adam bunları denetliyor, analiz ediyormuş.
Albay satranç oynarken ara sıra başını sallıyor:
“– Bunların iğne bağımlılığı olup kanını bozduktan sonra eski hallerine kavuşması çok zor” diyordu.
Mahkeme yazın başlandı.
Mahkemeye giderken mahpus milleti giysilerini temizleyip düzeltir, sakalını, bıyığını keser, kendilerini iyice toparladıktan sonra dışarı çıkardı.
Haknazar mahkemesinin olacağı gün erkenden kalktı. İyice yıkandı. Sıkıntı ve heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Hüznüne, derdine ortak olan koğuş arkadaşları, can dostları koğuşta bulup buluşturdukları düzgün bir giysiyi ona giydirmişler, şakalaşarak, destekleyerek uğurlamışlardı.
Hava güzeldi. Ortalık yeni aydınlanıyordu. Mahkûmları taşıyan cezaevi aracının demir kafesli penceresinden şehre bakan Haknazar’ın kalbi ferahladı. Yazın nefis kokusunu koklayarak, meyve dolu dallara, tanıdık sokaklara, orada yaşayanlara, okula gitmekte olan öğrenciye, gülerek giden kızlara bakarak rahatladı.
Bir an tüm dünyayı unuttu. Kendini memleketine, köyüne gidiyor gibi hissetti. Sanki polisler sabah treninde kendisini karşılıyorlar, istasyon başındaki köyüne götürüyorlardı.
Yine de kalbi huzursuzdu.
Stalin döneminden kalan iki katlı adliye binası iyice eskiydi. Rengi de sarıydı. Kapısının önünde kimse yoktu.
Yanındakilerle binanın zeminindeki eski tahtaların gıcırtılı sesi eşliğinde mahkeme salonuna girdi. Birden duvarlarda yankılanan ses kalbini yerinden çıkaracaktı neredeyse. İyice sıkıldı:
“-Ayağa kalkınız, Hâkim geliyor!”
Haknazar’a mahkeme ulaşılmaz bir şey gibi görünmüştü. Ama hiç de öyle değildi. Geniş salonun iki tarafında iki muhafız ve elleri kelepçeli bir şekilde kendisi duruyor, tam karşısında Savcı yardımcısı, onun sağ tarafta Hâkim Hanım ile beş-altı kişi bulunuyor, ellerinden bir şey gelmeyen avukatları da orada oturuyordu. Mahkeme diye anlattıkları işte buydu!
Annesi de haberdar olmuştu. Aslında anacığına mektup yazmıştı. Kolhoz başkanı izin vermemiş olabilirdi. Yoksa annesi kuş olup uçar, gelirdi ona.
İşte tam o anda dört gözle beklediği Mahkeme de başlayıverdi.
Saçları kırmızı sarı olan Hâkim Hanım duruşmayı başlatıp kısaca konuştuktan sonra sanık taraf konuşmaya başlamıştı.
Savcı yardımcısı Kazak idi. Elindeki on sayfalık iddianameyi hızla karıştırdıktan sonra öksürerek çabuk çabuk okumaya başladı.
Duruşma aynı bölümlerin durmadan tekrarlanmasıydı adeta…
Savcıdan sonra Hâkim Hanım konuştu:
“-Mağduru çağırınız.”
Adam duruşma salonuna girince de sorguya başladı:
“-Mağdur Zvyagintsev, 18 Aralık’ta başınızdan geçen vakayı başından sonuna kadar anlatır mısınız? “
Açık tenli sarışın bir gençti Zvyagintsev. “Evvela tam tespit edeyim, o mudur, değil midir,” dercesine etrafa bakındıktan sonra konuşmaya başladı:
“– 17-18 Aralık 1986’da Vatanıma borcumu ödemek için Almatı’da Brejnev Meydanında vazifemi yapıyordum. Hepiniz biliyorsunuz, o gün terörist guruplar amaçlarına ulaşmak için ortalığı birbirine kattılar. Ben de o zaman görevimi yerine getirdim. “
Zvyagintsev sanki anlattıklarını ezberlemişti. Gazete okuyor gibi duraklamadan bir nefeste anlattı her şeyi:
“-Sonra… Yaklaşık 12.30’da meydanın Furmanov sokağı tarafından bir genç koşuyordu. Görevimden dolayı elimde cop vardı. O koşan genç yanıma geldi ve elimdeki copa yapıştı. “Kargaşa çıkarmayınız” deyip onu göğsünden iteledim. Ama o beni güreş yöntemiyle yere serdi. Onun yüzünden sol kolum kırıldı. Sonra copumu alıp meydandaki guruba katıldı. Beni polis arabasıyla hastaneye yetiştirdiler.”
Hâkim Hanım tekrar sordu:
“– Yoldaş Zvyagintsev, sizi yere yıkan ve sol kolunuzu kıran suçluyu tanıyor musunuz?”
“-Evet.”
“– Kendisi burada mıdır? Gösterebilir misiniz?”
Hâkim Hanım sanki çocuk yuvasında bebeklerle saklambaç oynuyordu!
“– Evet, kolumu kıran şu adam. “
“-İyi, oturun. Şahidiniz var mı?”
“-Evet!”
“– Çağırın!”
Haknazar