Nurcan Kuantayulı

Kara Özek


Скачать книгу

etti:

      “– Hangi gün mü gördüm?”

      Sonra mendiliyle gözlerini silmeye başladı:

      “– Tam hatırlamıyorum.”

      “– Neyse, dedi sorgucu subay.

      Şahit kadınla Haknazar’ın ortasında durmuş, ayaklarını aralamış, Haknazar’a bakıyordu:

      “– Şimdi… Siz bu gencin koluna kırmızı kumaş bağlayan sivil polisinin kolunu kırdığını itiraf ediyor musunuz?”

      Kadın yorgunluktan, halsizlikten, dayaktan perişan olan Haknazar’ı görünce gözlerini başka tarafa çevirdi. Çaresizce konuştu:

      “– Evet. İtiraf ediyorum.”

      “– Harika! Haydi, artık burayı imzalayın burayı!”

      Ne olursa olsun subay işinin uzmanıydı. Kadından sonra kıvırcık saçlı, otuz yaşlarında bir şahidi daha getirdi. O da işaret parmağıyla Haknazar’ı gösterip suçu onun işlediğini itiraf edince galiba çok rahatladı ki keyifle ellerini durmadan ovuşturup tutanağı doldurmaya başladı.

      İşin nereye gittiğini anlayan Haknazar en son çareye başvurdu:

      “-Vatandaş Sorgulayıcı, Bu şahitler ne derlerse desinler. O gün yanımda arkadaşlarım vardı. Onlar olayın tamamını gördüler. Onlara hadisenin nasıl olduğunu sorabilirsiniz.”

      Tutanağı doldurmakta olan subay hemen başını kaldırdı. Sinirli bir gülüşle konuştu:

      “– Sen, Şıgayev! Meydana yalnız gittim demiştin. Hatırladın mı? Tutanağa öyle yazılmıştı. Artık ne desen de kıymeti yoktur.”

      “– Ne olursa olsun. Ben Mahkemede kendi şahitlerimi çağırırım,” dedi Haknazar.

      Subay elindeki dolma kalemi masanın üzerine koydu:

      “– Tamam, dedi. Al tutanak kâğıdını. O gün olanları yeniden yaz. Şahitlerinin isimlerini de ilave et!”

* * *

      İki gün sonra Haknazar’ı tekrar çağırdılar. Sorgucu subay son ümidine sımsıkı sarılan gencin önüne beş-altı mektubu attı:

      “-Haydi! Oku şunları!”

      Haknazar hepsini bir solukta okudu. Çok şaşırdı, iyice sinirlendi. Ardından büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Kalbi sıkıştı. Hiçbir yere sığamadı. Hemen hayata küstü.

      Arabaya bindirilip Savcıya götürülürken “Artık iş olacağına varıyor,” diyordu kendi kendine.

      Basarov adındaki Savcı Haknazar’ı içeri almadı. Ama dosyasını alelacele inceleyip tutuklanmasına karar verdi.

      Artık Haknazar için “üç gün sonra insan köre de alışır” sözü gerçekleşiyor, üç saat geçmeden kendi kaderini kendine itiraf ediyordu.

* * *

      Mahkûmların ve tutukluların götürüldüğü cezaevi aracına kaşla göz arasında oturtulduğu, demir kapıların gürültüyle kapatılarak cezaevine girdiği o gün dün gibi hatırındaydı. Güvendiği dostları ifadelerinde “Meydana gitmedik, Haknazar’ı da görmedik” demişlerdi.

      Göçebe hapishane oldu mu? Her şey yerleşik yurttan gelmiş ya. Geçici hapis, hapishane ve zindan.

      Asırlarca yaşanan hapis ve sürgünün çeşit be çeşidi görüldükçe hep hatırlanan ve daima söylenen şu atasözü nasıl da gerçekti: “Hapis ile dilencilik sana sorarak gelmez.”

      Yine bu atasözü kaynar kazanda derin acı ve yoğun ıstıraplarla kaynatılan hayatlardan alınmış bir hakikatti ve imparatorluğun hegemonyası altında ezilen halk da artık zindanın nasıl olduğunu çok iyi biliyordu.

      İli nehri Alatau’ın ortasında bulunan Nayzakara ve Demirşın’ın gölgeli tarafında olan Köktöbe’nin eteğindeki topraklara 1854’den itibaren Vernıy kalesi inşa edilmeye başlamış, sonradan buraya bugünkü Almatı hapishanesinin temeli atılmıştı. Tarihi sabıkası olan Bastille, Matrosskaya Tişina Butyrka, Taganka, Lefortovo gibi meşhur hapishaneler gibi olmasa da bir asırdan fazla geçmişi olan Almatı hapishanesinde yaşananlar hiç de az değildi.

      Burada yer altı siyasi mahkûmları XX asırdaki XVI asrın, 1929’un, 1937’nin, 1951’in siyasi mahkûmlarının dört gözle sürgünü beklemişlerdir.

      Hayatında ilk defa girdiği koğuşta ne yapacağını şaşırmıştı. İki gece gözaltında tutulduktan sonra bu yerde nereden ve nasıl yatak bulacağını bilemeden öylece ayakta kalmıştı. İçeride ekşi ter kokusuyla karışık berbat bir koku vardı.

      Ağzı hayretle açık, dikilip dururken bağdaş kurup oturan bir mahkûm:

      “– Gel buraya, dedi. Hangi maddeden ceza yedin?”

      O adamın koğuştan sorumlu olduğunu sonradan öğrenmişti.

      “– Bu ne gösteri?” Dedi Haknazar ona durumunu kısaca anlattı.

      “– Mmm, eveeet, tamam, dedi adam. O köşedeki yer senin olacak. Oraya git. Yerleş”

      Peşinden hemen eğilip kulağına fısıldadı:

      “-Dur, fener var mı?”

      “-O ne?”

      “-Yanında paran var mı, diyorum.”

      “-Hayır,” dedi Haknazar.

      Gerçekten de yoktu. Küçücük kafesli pencereleri olan cezaevi aracında silahlı koruyucularla birlikte Soruşturma İzolatörünün görevlileri de mahkûmları baştan aşağı aramışlardı.

      Sovyet hapishanelerinde uygulanan cezalardan biri de kafes cezasıydı. Mahkûmların içine tıkıldığı bu kafes daracıktı ve ahşaptan yapılmıştı. İçine sadece bir kişi sığıyordu. Seksen cm eninde, yüksekliği iki metre olan bir cendereydi. Mahpus dizini bükemezdi, sağa sola hareket etmede de çok zorlanırdı.

      İşte bu kafesin karşısında çırılçıplak soyulup bekletilmişti. Bütün bu olanlardan sonra üzerinde nasıl para olacaktı?

      Bu açıklamadan sonra adam emretti.

      “– Tamam, gidebilirsin.”

      Haknazar’a denk düşen döşek mahkûmlar için özel yapılmış yatağa serili, her yeri delik deşik, pamukları çıkmış, kalın, kötü kapitoneli, pis bir şeydi. Demiri de kalçasına batıyordu. Ama ona aldıracak zamanı yoktu. Nerdeyse ayakta uyuyordu. Çok yorgundu. Montunu yastık yaptı. Yatağa uzandı.

      Ertesi gün hapishanenin üst kısmındaki gezinti yerinde temiz hava alıp gelen koğuş sorumlusu Adik ona bazı şeyler anlattı:

      “– Sen şöyle yap. Evvela döşeğini toplamalı, düzene sokmalısın. Sonra karnını düşünmelisin. Öyle değil mi?”

      “– Öyle.”

      Sonra Adik Haknazar’ın yanında yatan üç- dört genci gösterdi ve dedi ki:

      “-Herkesin kendi yağında kavrulduğu böyle bir yerde kişi sadece kendi başının çaresine bakmalı, yemek ve giyim konusunda ortaklık yapacağı kişilerle yani semeyka ile ilgilenmelidir. Senin “semeykan” işte bu adamlardır. Onlarla birlikte gezeceksin. Birlikte yemek yiyeceksiniz. Kaygı ve hüznünüz aynı olacak. Hücre koşullarını, buradaki gidişatı onlardan teferruatlı şekilde bir öğren. Benim ismimi ver onlara. Her şeyi sana ince ince anlatsınlar.”

      Soruşturma İzolatöründe sadece “şilte” oluyormuş. Yorganı, battaniyeyi, yastığı dışarıdan aldırmak lâzımmış. “Dışarı” kelimesinin anlamı da şuymuş: Bazı mahkûmlar muhafızlar tarafından korunuyormuş. Bu mahkûmlar aracılığıyla giysi,