dışında akrabalardan para falan da aldırabiliyormuşsun. Ama getirdiği paranın bazen üçte birini bazen yarısını alıyorlarmış. Yani gardiyanla anlaşmaya bağlı imiş.
Hapishanede cebinde para olursa halin iyi demekmiş. Hem hücredeki mahpusların hem de semeykandaki kişilerin karşısında da değerin oluyormuş.
Haknazar bu durumu yavaş yavaş kavramaya başlamıştı artık. İlk zamanlarda gardiyanla nasıl konuşulması gerektiğini, onların dilini anlamanın, gözüne girmenin yollarını bilememişti.
Hapishanedeki gardiyanlar çeşit çeşitti. Mayın, inşaat gibi ağır işlerden kaçıp, elinde copla dolaşarak zaman geçiren, böyle kolay işlerde çalışan ve çoğu rahat para kazanmak için orada bulunan gardiyanların yanında her şeye rağmen ya adalet ya da belli bir fikre hizmet için çalışmaya gelenler de vardı. Ama onlar da zaman geçince bu kolaycılara dâhil oluyorlardı.
Çünkü “ayağa çekerse başa, başa çekerse ayağa” yetmeyen maaşları isteseler de istemeseler de onları bu hale sürüklüyordu. Elbette eroin gibi yasak malları satıp neticede gözetlediği hücrede kendisini bulan gardiyanlar da vardı. Bu yüzden dubaklar gardiyanlardan, gardiyanlar da dubaklardan çekiniyordu. “Satış” işlerini birbirinden gizleyerek bitiriyorlardı.
Almatı’da kimsesi olmayan Haknazar sınıf arkadaşlarına yalvarmak zorundaydı. Çünkü burada döşek olmadan, giysisiz, yemeksiz yaşamak imkânsızdı. Üstelik yanında koğuşu ve aynı kaderi paylaştığı mahkûmlar da vardı.
Sonuçta hiç arzu etmediği halde sınıf arkadaşlarından yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Yardımın geleceğinden o kadar da emin değildi. Ama bu hal başına geldiğinde kaçıp giden, soruşturmada kendisini satan arkadaşlarından bu kez güzel bir hediye geldi. Belki de bu hediye ile duydukları vicdan azabından kurtulmak istiyorlardı.
Her neyse, onlara dört katlanmış, küçücük mektubu tanıdık dubak ile gönderdi. Çok geçmeden hem yanıt hem de istedikleri geldi.
Biraz para yollamışlardı. Haknazar önemsemese de Adik “böyle kertenkeleler seni destekleyip, yolunda kurban olmalı, yemek getirip, sofra sermeli,” demişti.
Yapacak bir şey yoktu Adik söyleyince. “İş karışmadan herkes kendi başını kurtarsın derseniz “falanca miktar” para gönderiniz,” diye bir daha mektup yazmıştı.
“Abaktı sıra sıra boladı eken, işine jaman jaksı toladı eken…” (Odalar sıra sıra olurmuş, içine iyisi de kötüsü de dolarmış) sözleriyle söylenen şarkıyı kimin söylediğini bir türlü hatırlayamadı Haknazar.
Yüksekliği üç metre duvarla, dikenli tellerle birkaç defa sarılarak dış dünyadan bağı iyice koparılmış hapishanede yaşam özgür insanlar için büyük bir bilinmezdi ve bu kesin bir gerçekti.
Elektrik sarfiyatının en yüksek olduğu yerlerden biri de Soruşturma İzolatörüydü. Burada gece gündüz ışık yanmalıydı.
Mahkûmlara verilecek üç öğün yemek de Hapishane Müdürünün denetimindeydi.
Çoğunlukla yulaftan kaynatılan lapa veriyorlardı. Mahpuslar bu yemeğe “paraşa” diye isim takmışlardı. Yani,” hiç yoktan iyidir.”
Ekmek her gün geliyordu. Arada bir de et, patates gibi sıcak şeyleri dişliyorlardı. Yani, kimse açlıktan ölmüyordu. Ama evden gönderilen veya dışarıdan satın alınan yemekler bambaşkaydı. O yüzden mahkûmlar dışarıdan geleni tercih ediyordu. Tabii ki ellerinden gelirse veya paraları varsa.
Dışarıdan aldırılan yemekler kurutulmuş et, sucuk, soğan, sarımsak, peynir gibi bozulmayan gıdalardı. Sonra elbette sigara. Kendin içmezsen de yanındakilere veya dubaklara veriyordun. Ama Haknazar’ın kendisi de sigara içiyordu. O yüzden sigara aldırmayı tercih ediyordu. Mahkûmlar birbirilerine sırlarını asla söylemiyordu. Mahpuslarla mücadele eden İçişleri görevlisi olanların gizli ajanları içlerine sızmış olabilirdi. Kim kimin kalbini biliyordu ki? Ama Haknazar’a olan şüphe ortadan kalkmış gibiydi. Hem Adik hem de diğer mahkûmlarla arası iyiydi.
İlk önceleri “bundan sonra ne olacak” diye Soruşturma İzolatörüne endişeyle giden Haknazar gün geçtikçe buraya da alışmıştı. Özellikle son gelen parayı “ortak kasaya benim de katkım olsun” diye Adik’e verdiğinden beri kendisini rahat hissediyordu.
Daha evvel zindana düşen açıkgözlü mahkûmlar Haknazar’ın davasını merak ediyor, duruşmada “şunu de, bunu de” diye artık akıl veriyorlardı.
Böyle durumlarda sessiz oturan Adik, “bence Haknazar’ın durumu ağır. Çünkü onun suçu sıradan bir kişinin yaptığı suç gibi değil. Hükumet’in kahrına girdi. O yüzden kendisini zindan hayatına alıştırmalı,” diyordu.
Haknazar bu sözleri duyduğunda kalbi titriyordu. Gece yarılarında bir sağa, bir sola dönüyor, bir türlü uyuyamıyordu.
Üstelik o zamana kadar hep karanlıkta uyumuştu. Şimdi yoğun kaygı ve hüznüne sürekli açık kalan elektrikli lambasının ışığı da eklenmişti. Bu durumda uyumaya alışmak çok zordu.
Hem sigara dumanının ve ekşi ter kokusunun sindiği havasız koğuşa hem de pis tuvalete oturmaya alıştı.
Baskın ve aramalarda dubakla bu görevi yerine getiren görevlilerin alıp gitmemesi için para, çay, bıçak gibi yasaklanmış şeyleri her deliğe gizlemeyi de öğrendi.
Koğuşun dört köşesini de incelemiş, kendine ait özel eşyaları saklamak için delik kazmayı da öğrenmişti. Yan hücreden gerekli olan herhangi bir şey alınmak istenirse bu gizli deliklere ipler bağlanıp eşyalar bu iplerle aktarılıyor, iş böylece hallediliyordu.
Bundan sonra da “kon” adı verilen, özel olarak yapılmış, ucunda yarım karış boyunda bir kancası olan iple bazı eşyaları bir koğuştan ötekine, pencereden pencereye aktarmayı da belledi.
Yapılan bu işe hapishane dilinde “yol yapmak” diyorlardı. Bütün hapishanede bunun gibi pek çok değişik yol vardı.
Şayet gardiyanlar bu ipleri fark ederlerse söküp atıyorlardı. Ama “anahtarını düşünen gardiyana göre mahpuslar kendi demir ızgaralı pencerelerini çok daha fazla düşünürler” diye yazmamış mıydı Stendal?
Evet, onun yazdığı gibi gardiyanlar bu yolu, bu yol üzerinden geçen yükü ya da yükü çeken özel ipi istedikleri kadar takip etsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, mahkûmlar bu yoldan asla vazgeçmiyorlardı.
Arada sırada dubaklar ve gardiyanlar merhamete geliyor, mahkûmları bir saat dinlendiriyorlardı.
Haknazar da yarım saat “dinlenme avlusuna” çıkıp hava alıyordu. Onun dışında bütün zamanını dar koğuşta geçiriyordu. Bir yerde devamlı yatınca kalçada yara çıkabiliyordu. Bunu engellemek ve vücutta kanın dolaşması için koyu çay içiyordu.
“Şifer” adını verdikleri çayı içenler de vardı. Bu sıcak, kopkoyu demli çayı içen insanın vücudunda kan daha iyi dolaşır, sıkışan şakakları rahatlar, daracık kafese benzeyen koğuştaki havayı unutup gevşerdi. Bu dar yerde sıkışan mahpusların bedenine güç, vücuduna kuvvet verecek tek şey sadece bu çaydı. Belki bu sebepleydi ki çayın kudreti hapiste çok başkaydı.
Ayrıca “Misafirliğe gitmek” diye bir deyim vardı. Bunun anlamı muhafızlardan izin alıp başka hücreye gidip gelmekti. Bu misafirlik dubaka, gardiyana veya nöbetçi gardiyana ücret ödedikten sonra yapılabilmekteydi. Elbette nöbetçi gardiyan ikna edilip gönlü yapılabilirse. Bu misafirlik genellikle gece yapılıyordu. Sorgulama İzolatörü başkanının nöbetçi yardımcısı’nın morali iyi olursa, bir de verilecek para hoşuna giderse istenilen hücreye gidilip birkaç saat değil, hatta şafak sökünceye kadar kalınıp tanıdıklarla