Babahan Muhammed Şerif

Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat


Скачать книгу

Selçuklulara hizmet ederken, görev yüzünden Suriye’ye gelmişlerdir. Selahaddin’in babası Necmettin Eyyub Tikrit valisi olmuştur. Musul beyi İmamiddin Zengi onun hizmetlerini ödüllendirip, 1140 yılında Baalbek şehrine vali edip yollamıştır. Necmettin oğlu Selahaddin’in terbiyesi için döneminin en tanınan alimlerini tutmuş ve evladının çeşitli ilimlerden haberdar, fazıl bir delikanlı, yetenekli bir asker olarak büyümesini sağlamıştır. Selahaddin büyüdükten sonra milli birliği temin etmiş, küçük beyliği genişletmiş ve güçlü Eyyubiler devletini kurmaya muvaffak olmuştur. Bu devlet 1462 yılına kadar hüküm sürdü.

      Türk halkları devlet kurmuş ve dünya medeniyetinin gelişmesine en büyük katkılarda bulunan halklardan biridir. Türk devletçiliği 3000 yıldan daha çok tarihe sahiptir. Dünyanın çeşitli mekanlarında Türkler milattan önceki dönemlerden günümüze kadar 110’dan daha fazla devlet kurmuşlardır, bunların 15’i büyük imparatorluktur. Bu imparatorlukların en eskisi milattan önce IV yüzyıla aittir. Selçuklular, Harezmşahlar, Amir Timur, Babürlüler, Osmanlılar ve başka Türk imparatorlukları dünya medeniyeti gelişiminde bulunduğu büyük katkılar dünya çapında itiraf edilmiştir. Abbasi Halife tarafından 6 Mayıs 1175 yılında resmen tanınan Sultan Selahaddin’in devleti de ilk orta asırlarda güçlü bir Türk devleti haline gelmişti. Öyle ki, Türklerin teşkil ettiği devletlerde milli ve dini özgürlük söz konusu olmuştur, milli ve dini azınlığı oluşturanlar kanun yoluyla da korunmuştur. Romanda bu durum detaylarıyla beraber kaleme alınmıştır.

      Eserde Sultan Selahaddin, Kudüs kıralları Budin (Baudouin), Gui de Lusignan (Gvido Luzinyan; 1192 yılından Kıbrıs hükümdarı, Luzinyanlar sülalesinin kurucusu), graf Reno de Şatio (Renaud de Chatillon) gibi tarihi kişiler, o dönemin olay ve hadiseleri tarihi gerçekliğe uygun bir şekilde tasvir edilmiştir. Romanda kaleme alınan dönemde Yakın ve Uzak Doğu’da zor bir durum hüküm sürmekteydi. 1096 yılında mukaddes zemin –Filistin’i diğer din mensuplarından (Müslümanlardan) kurtarmayı peşkeş edip, dini düşmanlık bayrağı altında başlayan I Haçlı Savaşı neticesinde bu hududun büyük bir kısmı, Selçuklu’dan sonra Fatimi’lerin egemenliği altında olan Kudüs işgal edilmiş, Kudüs krallığı, Edessa, Antiohiya latin knyazlıkları kurulmuş ve işgal savaşları durmadan devam etmekteydi.

      Orta asırlarda savaşlar dini bayraklar altında gerçekleştirilmiştir. Buna şaşmamak lazım, zaten orta asrın şeraitinde daha farklı olması mümkün değildi. Günümüzde Yakın Doğu’da Batı ülkeleri, özellikle ABD bunun gibi savaşları biraz farklı bir şekilde, yani “demokrasiyi getirmek” adı altında gerçekleştirmektedir. Bu yol mahiyet açısından XX. yüzyılın ünlü geosiyasetçilerinden Alman asıllı H.Haushofer ve İngiliz asıllı C. Makinder’in yazdığı işgal siyasetini aklamaktan ibaret olan bu geosiyaseti biraz farklı bir şekilde gerçekleştirmenin ta kendisidir. Bu savaşlar neticesinde Lübnan, Irak, Suriye, Afganistan ve başka ülkelerde yüz binlerce masum insanlar helak oldu, milyonlarca insanlar kaçak durumuna düştü. Göçmenler Avrupa’yı titretmekte; dünya çapında terörler gerçekleşmekte. Bu geosiyasetin büyük bir yanlış olduğunu, acı ve çürümüş meyve verdiğini şu an Batı’nın lider başkanları bile itiraf etmektedir. Ama ok yaydan çoktan çıktı, bu bölge dünya savaşı tehlikesini uyandıran bir patlayıcı madde haline geldi. İnsanoğlunun tüm barış yanlısı güçleri bir tarafta birleşip bu tehlikeyi önlemek için bütün çabalarını sarf ediyorlar. Fakat bütün dünya cemiyetlerinin birleşip gösterdiği çabayla bu afeti önleyebiliriz. Ne tür bir bahane altında olursa olsun, başkalarının yer ve mülkü, zenginliğine el koymak, talan etmek, başkalarının hürriyeti, erki ve hukukunu yerle bir etmek, adaleti hor görmek eninde sonunda bumerang gibi işgal edenin alnından vurur. Tarih de bunun şahididir. Yavuz Bahadıroğlu kendi romanında bunlara dikkat çeker.

      Eserde günümüzde keskin zıddiyetler ve uluslararası gerginlik yaratabilen yine bir ocak – Kudüs olaylarını da kaleme alınmıştır. Kudüs (Arp. Quds –Mukaddes, mübarek şehir; İbranice İerusalayim şalom, yani selam – barış şehri) ezelden üç dünya dini vekilleri: Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanların mukaddes şehri sayılır. Şehir halife Ömer tarafından 638 yılında Kudüs ehlinin teklifine göre, savaşsız bir şekilde alınmıştır. Halife Ömer Yahudiler ve Hristiyanlara can ve mülk dokunulmazlığı sözü vermiştir, onların haklarını muhafaza eden bir sözleşme imzalanmıştır. Şehrin sonraki başkanları bu anlaşmaya sadık kalmışlardır. Hz. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) hicretten önceki iki-üç yıl, Medine döneminde on altı veya on yedi ay devamınca namazı Kudüs tarafına doğru kılması bu şehri mukaddes diye bildiğinin delilidir. Kıble daha sonra Mekke tarafına değiştirilmiştir. Kudüs’teki mukaddes Aksa Mescidi halife ve onun oğlu Valid tarafından inşa ettirilmiştir. Şehir abat edilmiş, saraylar, mescitler, kervansaraylar, bağ ve bahçeler yapılmış, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü bir şehir sıfatıyla önemli siyasi, iktisadi ve medeni, ilmi merkeze dönüştürülmüştür. Bu dönemde Yahudiler de, Hristiyanlar da Kudüs’ü özgürce ziyaret edebilmişlerdir, günümüz dilinde söylesek, orta asırlarda dini erkinlik hüküm sürmüştür. Hatta, Harun ar Reşit’in döneminde Hristiyanlar için misafirhaneler ve kütüphane de yaptırılmıştır. İslam memleketlerinde hüküm süren dini ve milli hoşgörüyü Avrupalı araştırmacılar da itıraf etmektedirler. Ayrıca, Rusyadaki Ekim darbesi karışıklıklarından sonra yurtdışına kaçmak zorunda kalan ve eserleri ABD ve Avrupa’da İngilizcede, daha sonra geçtiğimiz yüzyılın 90’lı yıllarının sonunda Rusya’da Rusçada neşredilen ünlü Rus tarihçisi A.A.Vasilyev (1867-1953) “Bizans İmparatorluğu Tarihi” adlı kitabında “…İslam hoşgörüsüyle diğerlerinden ayrıdır. X. yüzyılda bazı durumlarda Hristiyanların kiliselerine baskınlar gerçekleştirilmiştir, ama onlar dini bir çıkarımla yapılmamıştır; bunun gibi üzücü durumlar sadece tesadüf ve geçici olmuştur. Onlar Hristiyanlardan aldıkları illerde kiliseleri, Hristiyan ibadetlerini genellikle korudular ve Hristiyan hayır işlerine engel olmadılar. Büyük Karl döneminde, IX. yüzyılın başında Filistin’deki kiliseler ve manastırlar tamir edildi ve yenileri de inşa edildi… kiliselere bağlı kütüphaneler teşkil edildi. Ziyaretçiler hiçbir engel olmaksızın mukaddes mekanlara hac yapmaya gidebiliyorlardı”, diye yazmıştı.

      Peki, madem böyleyse, çeşitli din mensupları insanlar barış ve huzur içinde yaşıyorken, 1095 yılının Kasım ayında Klermon’da toplanan dini toplantıda Papa II Urban tarafından bu bölgeye Haçlı seferi ilan etmek neden gerekli görüldü? Tarihçilere göre, Haçlı seferi öncelikle yeni yerleri ele geçirmek, zenginlikleri talan etme yoluyla Papa hakimiyetini daha güçlendirmek, kudretini daha da artırmak için lazımdı. Soylular, baronlar, graflar ve şövalyeler için de Haçlı seferi aslında servetlerini arttırmak, hakimiyet elde etmek, şöhret kazanmak için eşsiz bir fırsattı. Feodal zülüm altında ezilen cahil kesim ise bu seferi borçlardan kurtulmanın, iki kuruş para bulmanın bir yolu olarak görmüştü. Bunun üzerine onları Papanın kendisi dini açıdan cesaretlendirmiş, sefere katılanların günahlarından geçileceğini duyurmuştur. Orta asır cehaletiyle toplumu ayaklandırmak için bunlar yeterli olmuştur. Haçlıların garezli niyetlerine o dönemin tarihçileri şahitlik ederler. Bizans’ın o dönemdeki imparatoru Aleksey Komnin oğlu ve veliahdı İoann’a yazdığı vasiyetinde haçlıları “bize nefretle bakan doymaz barbarlar” diye adlandırmıştır. Aleksey’in kızı, döneminin ünlü yazarlarından olan Anna Komnina (1083-1148) ise kendisinin “Aleksiada” adlı eserinde “Boemund (Haçlıların yol göstericilerinden biri –B.M.Ş.) ve onun hemfikirlerinin asıl niyeti gizli: onlar talan etmenin yanı sıra başkenti (yani Konstantinopolis’i – B.M.Ş.) de işgal etmeseler iyiydi”, diye yazmıştı. Kendi döneminin vatandaşlarının şahitliklerinden haçlıların gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır.

      İlk Haçlı Seferi zamanında Haçlılar beş haftalık şiddetli savaştan sonra 1099 yılının