Abdıreşit Taşov

Bozkurtun Patikası


Скачать книгу

Olmadı. Çıpar’ın bedeni sertti. Ama, hareketsiz idi. Akhal, Onun hiçbir şekilde hayat belirtisi vermemekte olduğunu bilse bile, ona göre, birden bire ayağa kalkarak, yürüyüp gidiverecekmiş gibiydi. Zavallı Akhal, Çıpar’ın derisinin çürümüş saman ile doldurulmuş padalya olduğunu nereden bilsin?!

      Zavallı Akhal, O, şimdi kalkar, birazdan kalkar diye, Çıpar’ın yanında uzanıp yatıverdi. Koçun kalbi ile akcirini ve karaciğerini Çıpar’ın ağzının yanında koydu. Banamı bile demiyor, Çıpar onu yeme bir kenarda dursun, hatda koklamaya bile çalışmadı.

      Dünyaya gelmiş, gözlerini açmış, her şeyi görmeye başlamış olduğu günden bu yana, geçmiş olan onüç yılda Akhal bunun gibi duruma hiç rastlamamaıştı. O, ön ayaklarının pencelerı ile kumlu toprağı kazıyarak, Çıpar’ın padalyasını çukura indirdi. Sonra üzerini kum ile kapatıp, Kulanlı vadisine doğru gitti. Gece uzaktan “kurt çekmek” gelenegi yerine getirilmiş olan çoban konaklama yerini gürdü, “Hiç yoksa, buralardan demir kuş hakkında haber veya bilgi edinemezmiyim?!” diye aklına gelen fikre uyarak, bir zamanlar saklanmış olduğu yere uğradı.

      Kurtlar bir kere uğramış oldukları yere, izlerini rüzgar yitirene kadar bir daha uğramazlar. Akhal, ister istemez, üçüncü kez, kurtlar için katı kural olan bir kuralı daha çiğnedi ve “artık saklanayım” diye öne doğru atlamış olduğu anda, ne olduğunu bilmediği bir şey şak diye ses çıkarmış gibi oldu. Ancak o sesi duymuş olduğu anda O, ön sağ ayağının kapana kıstırılmış olduğunu anlaya bildi. Ayağını kapandan kurtarmak için her yolu denedi. Olmadı. Gökyüzü ile zeminin arasının o denli geniş olmasına rağmen, onun için şu anda içinde bulunmakta olduğu durum dikkate alındığında, o genişliğin, dar bir kafesin kaplamakta olduğu alanından farkı yoktu.

      Kurdun hayatı özgürlüktür denildiği gibi, O, özgür olarak dünyaya gelmişti. Özgür olarak da hayatını sürdürmüştü. Artık, şu andan itibaren bir ayağının kapana kıstırılmış olmasından dolayı, hiçbir yere kıpırdanamadığı, hiçbir yere gidemediği için kendini oradan araya atıyordu.

      Akhalın sabrı tükenip, beklecek durumu kalmadıktan sonra, kapanı sürükleyip gitmeye çalıştı. Kapanı zincir ile birleştiren halkanın diğer ucunda tuğladan biraz büyük demir tokmak vardı. Demir tokmak da onun ile beraber sürükleniyordu. Üstelik de, ayağının acısı kalbini sıkıştırıyor, bedenin her yerini sızlatıp, dayanamaz hal almaktaydı. Kuvvetten kesilmiş Akhal, bu şekilde uzaga gidemeyeceğini anlayıp feleğini şaşırmak üzereydi, pes edercesine, birden bire başı aşak, ayakları havada yere yığıla kaldı, bu vaziyette durumdan kurtulmanın çaresini aramaya başladı. Onun için iki yol vardı. İlki, kısmette varmış diyerek, kapan sahibinin gelmesini beklemek. Ancak, bu şekilde davranmak, ölümü kabullenmekten başka bir şey değildi. Bu durum Çıpar’ın padalyasını, onun hareketsiz yatışını gözünde canlandırdı.

      İkincisi ise, canına kıyarak, kapana kıstırılımış ayağını kendi dişleri ile kemirip, bu naletli yerden bir önce uzaklaşmaktı. Akhal, ikinci yolu seçti. Ancak, kendi ayaklarını, kendi dişlerin ile kemirerek koparmak kolay mı? Hele de o ayakların her birinin bir kurt için ne kadar zarur olduğunu çok iyi biliyordu. Boşunamı, Yüce Tanrı, kurtları dört ayaklı olarak yaratmış! Ayaklar sağlamken, kaçsan kurtulmak, kovalasan yakalamak kolay. Kurtların hayatı, ayakları üzerine kurulmuş bir hayat zaten. Nede olsa, üç ayakla da hayat sürdürülebilir. Ancak, derini yüzerler ise, hayat orada bitiyor demekdir. Bir kere daha, Çıpar’ın fal taşı gibi açılmış gözleri, sertleşmiş padalyası gözünün önünde canlanıverdi. O anda, O’nun damarlarında, hayatta kalma hevesiyle beraber, gurur duyguları uyandı. O duyguyla, kapanın dişlerinin arasında sıkışakalmış ayaklarını, keskin dişleriyle kemire kemire, kapandan kurtuldu. Böyle yapmakla, O, sadece ayagını kapandan kurtarmış olmakla kalmayıp, bunun ötesinde, kendi hayatını tehtit altında tutmakta olan tehlikeden de kurtarmayı başarmıştı.

      Üç ayak haliyle, kapandan biraz da olursa arayı açtıktan sonra, kanı akan ayağını kumun içine sokarak, epeyce bir süre kuma gömülü sakladı. Sonra, Sazaklı vadisine doğru gitti.

      İstenmeyen olaylar oldu. Bu av seferi, talihsizlikle başladı, bedbahtlıkla bitti. Geçmiş geçmişte bırakılıp, unutulamaz. Geçmişin girdabında boğulmuş tüm başarısızlıklar ve bedbahlıklar, hayatın acımasızlık dersinin ta kendisidir. O derslerden almış oldukların, kalbinde asılı kalmış birer derde dönüştükten sonra, nasıl edip de unutabilirsin ki?

      Gelecekte neler bekliyor? Kim bilir ki?

      Birkaç gün evvelisine kadar, böyle bir durumla karşı karşıya kalabilecekleri, Akhalın, yatsa kalksa, aklının köşesinden bile geçebilir miydi? Hayır. Hayat tümüyle rastlantı ile nedenlerle dolu.

      “Bir ayagın nerede?”

      Vadide, gözle görülebilir ufukta, herhangi bir canlıya veya yaratığa rastlamadıktan sonra, Akhal, küçük bir tepeye çıkarak, yüzükoyun yatıp, Küçük Ayı Takımyıldızlarına bakarak; “Ben varım. Ben geldim. Kim var?” diye, kısa kısa uludu. Bir yerlerden Garamen ile Yelbörü, Garaguyruk ile Çalbörü, Altıbarmak ile bir genç börüden oluşan üçlü çıkarak, tepenin önünde, kıçlarını yere koyup, beklemeye başladırlar.

      Demek, Çıpardan başka da bir kurt daha eksik. Ona ne olmuş olabilir acaba?

      Onlar, bu tarzdaki duruşta uluyarak, acımasız avcıların ecel saçan kurşunlarının kurbanı olan kurtların ağıtlarını yakmaya başladılar. Bu durum, Küçük Ayı Takımyıldızlarından, her bir kurdun gözüne, birer ışın gelip yetene kadar devam etti. Yedinci ışın, yatay bir çizgiye benzeyerek, çok uzaklara kayıp gitti. Demek ki, nerelerdedir bir yerlerde, bunların ağıtına katılmakta olan yine de bir kurt olmalı! Onada şükürler olsun!

      Daha sonra, Akhal almış olduğu pozisyonunu hiç bzomadan, sürü arkadaşlarına seslendi:

      – Demek ki, demir kuşun sesi, ecelin sesini gümbür gümbür yaymakta olan ecel çığırtkanının sesiymiş. Ondan kaçıp kurtulmak da mümkün değil. Onu kovalayıp da yakalayamazsın. Göklere doğru havalandıktan sonra, nokta haline gelerek, gözlerden kaybolup gidiyor. Ona karşın, tetikte olun!

      – Biz, her zaman, tam da ecelin burnunun dibinde hayatımızı sürdürmekteyiz – diye, Garamen memnuniyetsizliğini dile getirdi. – Sen kuralları ihlal ettin, bunu biliyor musun?

      – Biliyorum.

      – Biliyor isen, söyle bakalım! Neden sen, bu sefer, bizi, kartalın bize göstermiş olduğu yön olan kuzeye değil de, doğuya doğru götürdün?

      – Ben, Gün doğusu rüzgarinin esintisinde, kulanların tezeklerinin kokusunu aldım.

      – Tezeğin kokusu, karın mı doyurur. Avumuzu bile iki ayaklı mahlukatlara aldırdın. Üstelik de birkaçımızı kaybettik.

      – Tilkilerin, çok iyi bir atasözü vardır: “Bin tür hile vardır, ama, en iyisi gözükmemektir”. Korkacık kemeler gibi “sagınıza, solunuza, arkanıza bakmadan kaçmaktansa” ipin ucunu kaçırmadan, kaçma yerine her biriniz kendi yerinizde saklanıp yatsaydınız, belki de iki ayaklı mahlukatlar sizi görmeyede bilirlerdi.

      Akhal haklıydı. Garamen ne diyeceğini bile bilmeden sustu kaldı, tam da onun dediklerini kabul etmekte olduğunu bildirecekti ki, Akhal ayakları üzerine kalktı. Onun üç ayak üzerinde durduğunu gören kurtlar paniğe kapıldılar.

      – Ya, baksana, senin bir ayağın nerede ya!

      – Nasıl oldu da sen bu hale düştün?

      – Ne oldu ki?

      – Sag ön ayagın nerede?

      Akhal, sürülerinin kanını