üç ayaklı halinle, topallayarak, sürüye geri gelmen bile tehlikeye davet çıkarabilecek bir durum. Kapan sahibinin senin izini takip ederek, yarın bu yerlere kadar gelmeyeceğine kefil olabilir misin? Sen, bir kere daha, bizim üzerimi-zede tehlikeli bir dehşetin kara bulutlarının dolaşmasına neden olacaksın.
Akhal sesini çıkarmadı, tepeden aşağıya doğru inerek, inine girdi. Onun bu davranışı, “önder olmak istiyorsan, işte sana tepe, çık tepeye, önderliğini yap” demesi anlamına gelmekteydi. Onun üç ayakta tepeden inerek, inine doğru gitmekte olduğunu gören kurtların bazıları, bu duruma üzülmüşlerdi, bazıları ise kayıtsız bir tavırla bakmışlardı. Garamen ise “gözün kör olsun” diye, karanlığın içinde kaybolup gitti.
Gerçekten de, kapan sahibinin, Akhal’ın izini takip ederek, her anda burala kadar gelmesi mümkün idi. Bunu Akhal de anlıyordu. Hayır, O, sürü arkadaşlarına sığınmak ya da yardım istemek için gelmemişti. Onun amacı, hanği kurdun diri kalmış, hangisinin ölmüş olduğunu bilmek, nihayetinde ise, az da olursa istirahata çekilip, kendine gelmesi önemliydi.
Her ne olursa olsun, kendisi haricinde altı kurdun hayatta olduğunu kendi gözleri ile gürdükten sonra, yüreği rahatlayarak, üzüntü ve kaygısı azalmış gibi olmuştu. Ancak, Garamen başta olmak üzere, sürü arkadaşlarının onu bu halde bırakıp gitmiş olmaları aklına geldikçe, yine de yüregi sızladı. Hatta kızışma döneminde iken, rakiplerinin başına salmış olduğu belalara karşı korkusuzca direnip, kendi sürü arkadaşlarına ağız urmaya mejbur kalarak, damgasını koruyan ve canıciğer arkadaşı olan Çalbörü bile onun bu durumda olduğunu göre göre, acısını paylaşmadan, Garamen kurdun peşine takılıp gitti.
Akhal, hayatında ilk kez, kendisini yalnızlıkta hissetti. Az bir zamanlık olsa bile, ruhu onu terk edip gitmiş gibi oldu.
Yer ile gökyüzü arasındaki boşluk, etrafta her yeri sarmış olan çöllük alanlar onun için anlamsız bir boşluk haline geldi. Uzaklardan bile farkedilebilen, her tarafa ferahlık yayan tülsorgucu, kızışma dönemine girmiş börü gibi nazlı sözenler, kara çadır gibi havalanarak gözüken saksavullar onun durumuna anlayışlı bakıp, acısını paylaşırmışcasına yavaşça başlarını sallamaktaydılar.
Eğer, dünyada kötü birşey var ise, bu yalnızlıktır. Evvelki günlerde olduğu gibi vücudu saglam olsaydı, o zaman bu durum pek fazlada farkedilmez, kendisini bu kadar da hissettirmezdi. Vücudunda eksik bir uzvun olması ve bu durumun etkisi, dünyadan ümidini kestirmekte olan hastalığa bile “bir kenara çekil” dedirebilecek durum halini almakta. Ne yapabilersin ki? Kurtların hayatı bu! Çölün acımasız kurallarının birisi de bu şekildedir. Sürüde iş göremez duruma geldin mi, işin burada bitmiş demektir. Seni bırakır giderler. Evet, sakat isen, kıymetini bilmezler. Işte, bu gerçeği ise idrak etmiş, göz yetirmiş oldum!
Her başarısızlığın bir başarıya götürecek, her bedbahtlığın bir bahtiyarlığa erdirecek, her kötülüğün bir iyilik getirecek, her bir şerrin hayıra vesile olacak, her bir zararın bir yararlı tarafı da olacaktır. Karanlık aydınlığın olabilmesi için vardır, yoksa nasıl olur da karanlıkla aydınlık yerlerini değişebilir. Öyle olsa bile, bir kurdun üç ayağı ile baş başa kalmasından kötü daha ne olabilir?! Oysa, bunun iyi olan tarafının olacağına ümit var mıdır?
Herne de olsa, O, bir ayağını kurtarmakla kendi canını kurtarmış olmasına, kapan sahibini ucuz atlatarak kurtulmuş olduğuna şükretmekle, kurt ahalisinin nesilbaşı Bozkurdu yad etmekle, ininden çıkarak, vadideki saksavul ormanlığının derinlerine doğru daldı. Onun peşinden gelip, bu ormanlığa girebilecek yürekli avcı olamaz.
Akhal, her yana dallanıp budaklanmış olduğundan dalları bir biri ile içi içe geçmiş saksavulların arasında kendisi için uygun bir yer seçtikten sonra, yan yattı. Bir şeyler arıyormuş gibi, saksavulların iğneli dallarının arasından gökyüzüne baktı. Kuzeyden güneye doğru ilerleyen, gökyüzünün büyük bir bölümünü kaplayan bulutların arasında yüzüyormuş gibi gözüken dolunay, ona acıyarak bakıyor gibi gözüküyordu. Akhal’ı yalnız bırakıp gitmiş olan sürü arkadaşlarından, şuanda gökyüzünde bulunan ay ona daha yakındı.
Işte, öylesine bir durumda üç kışı, dört yazı tenha geçirdikten sonra, Akhal, üç ayak haliyle, yavaş yavaştan, dağa doğru yöneldi. Onu, sakatlığın ıstırabından, yalnızlık derdinden bile beter gurur atlı ateşin sıcağı kasıp kavurmaktaydı.
Kovaladığını yakalayan, kaçtığında kurtulan, ısırdığı yeri koparan, her zaman sürüye yol gösteren önder için onun şu andaki durumunda her günü işkence dolu kıyamet günü gibiydi.
En basiti, tavşanlar ile kemeler bile ondan kolaylıkla kurtulabiliyorlardı. Nedenine gelince, onların dört ayağy da sağlamdı.
Kalbine ateşten hançer gibi saplanmış gurur meselesinin ateşi, ulaşabileceği haddine ulaşmış olan Akhal, bu saatten sonra, çekmekte olduğu o ıstıraplar ve ağır külfetten kurtulmak için dağa doğru gidiyordu. Ileride gözüken yamacı aşabilse, O, ömür yolunun son menziline ulaşmış olacaktı.
Silahla vurularak ya da yakalanarak öldürülmüş olmadığı sürece, bu güne kadar, hiçbir yerde, hiçbir insan, kurdun ölüsünü görememiştir. Kurtlar, kendi eceli ile öleceği zaman, kendi leşini saklayabileceği bir yer aramaktadırlar. Akhal de bunun gibi yer olarak kendisi için dağı seçmişti. Onun en son amacı, yamacın arka tarafındaki dağın tepesine çıktıktan sonra, orada bulunan uçurumdan kendisini atarak, gövdesini gözlerin göremeyeceği bir yere saklamak idi. Ancak, o kadar yükseğe çıkabilmek için Akhal’ın az bile olsa dinlenmesi, kendisini toparlaması gerekmekteydi. Onun için de, sıra sıra olarak, uzanıp gitmekte olan dağın eteğindeki büyük taşın altında uzandı. Başını öne doğru uzatmış olduğu sol ayağının üzerine koyarak, kestirmeye başladı…
Bir baktığında, tam da karşısında devasa gövdeli Bozkurt duruyor, kendisi de direkt olarak Akhal’e bakıp duruyordu. O şekilde bakarak durdugu gibi de: “Tenini terk etmiş ruhunu geri getirdim. Bundan böyle, tenin ruhuna kara leke düşürse bile, kasasa kadar ruhun tenini terk etmeyecektir! Kalk yerinden! Düş peşime!” dedi.
O anda, Akhal’ın bedenine yeni br güç gelmiş gibi oldu. O, kolaylıkla ayağa kalktı. Bozkurdun peşinden gitmeye başladı. Yolda karşılaşmış oldukları tüm canlı varlıklar onlara el pençe durup selam vermekteydiler.
Bozkurt, Aladağın etegine geldiklerinde yürümeyi kesti.
“Bak, işte orada, Kartalın yuva yapmış olduğu kayanın dibinde bir magara vardır. O magara, kadim zamanlarda, benim magaram idi. Onu, sana veriyorum. Sen, o magarada yaşayacaksın. Aybörü ile benim mirasçımı dünyaya getireceksiniz. Aladağın öteki tarafına doğru giden bir patika bulunmaktadır. O, benim patikamdır. Müddetin dolduğu anda, benim patikam ile Yedikayanın birinci kayasına çıkarsın. Oradan ise, bizim Ebediyet mekanımıza bir atlama mesafesi kadar menzilimiz vardır”.
Akhal ondan “Akbörü nerede” diye sormak istemişti. Ancak, ağzı yerine gözü açıldı. Bir baksa, ne Bozkurt var, ne de magara.
Sıra sıra dizilerek yatan taşlar, hiçbir şey olmamış gibi, çok rahat duruyorlardı. Gökyüzünde bulunan bulutlar ise, yerlerini değiştirerek, nereleredir bir yerlere gitmişler. Oradaki yamaçta dolunay, ışıldayan, sayılamayacak kadar yıldızların arasından, gecenin karanlığına hükmünü yürütmek ile ışık saçmaktaydı.
Akhal, bulunduğu yerden kalktığında, ön sağ ayağının olmadığını unutumuş, az kalsın düşmüştü. Kendini ele aldıktan sonra, Bozkurt ile rüyasında geçmiş olduğu yolu takip edip, Aladağa doğru yola koyuldu.
Aybörü
Kurtlar