Abdıreşit Taşov

Bozkurtun Patikası


Скачать книгу

çağırana kadar, ecel ona yaklaşamaz.

      – Gel, o zaman, ona bir isim verelim! Eğer, O, otuz kurdun gücüne sahip olacak ise, “Ot” olan ilk iki harfi çıkarıp, “uz” olan son iki harfa “Kurt” kelimesini ekleyelim, böylece “Uzkurt” olur.

      – Peki, senin dediğin gibi olsun! – diye, Aybörü, Akhal’ın söylediklerini kabul etti.

      Böylece, mirasçı eniğin adı Uzkurt oldu. O, günden güne büyümekteydi.

      Gündüzleri, magaranın içinde geçmesi çetrefilli olan yerlerden bile geçerek çok uzaklara giderdi. Bir keresinde O, iki gece gündüz ortalıklarda gözükmedi. Üçüncü güne girildiğinde, sanki birsi onu takip ediyormuşcasına koşuşturarak geldi. O olaydan sonra, onu pek fazla da gözlerden uzak kalmaması için takip etmeye başladırlar. O olaydan sonra, birkaç gün geçirdikten sonra, O, geceleri magaradan çıkarak kıra gitmeye başladı. Bir gün, tanyeri atmaya başladığında, kendisinden daha büyük bir tavşanı sürükleyerek getirdi. Akhal ise ona yakalamış olduğu avunu sırtına atarak getirmeyi öğretti. O gün, O, henüz yirmibeş günlük bir yavruydu.

      Uzkurdun dünyaya gelmiş olduğu günden bu yana henüz bir ay, yani otuz gün geçmişti ki, Aybörü, Akhala şöyle dedi:

      – Sen onu götür. Ona avlanmayı öğretme zamanı geldi. Ancak şunu unutma ki! Eğer, Uzkurt, ansızın insanların eline düşer ise, sen onu kurtarmak için hiçbir zahmete katlanma. Kendini kurtarmanın çaresine bak. Uzkurt özgürlüğü hiçbir şeye değişmez.

      Onlar beraber magaradan çıktıklarında, güneş batıp, karanlık çökmek üzereydi. Kartal üç kere havada süzülerek, yüksek sarp kaya üzwerinde bulunan yuvasına iniş yaptı. Uzkurt dünyaya gelmiş olduğu günden buyana, kartal her gün hem sabahın erken saatlerinde hem de akşam vakti süzülerek magaranın üzerinde üç kez uçuyordu. Bu onun, Bozkurtun nesli ile sergilemekte olduğu dayanışma belirtisiydi. Akhal kayaya bakarak, Kartala minnettarlık bildirmekte olduğunu bildirercesine kısaca bir uluma yaptıktan sonra, Uzkurt ile yoluna devam etti. O seferki gidişte ikinci gece, tan atarak tilki kuryuğu kadar olduğunda, onlar Börüsay’a vardılar, yürümeyi kestiler. Akhal, yüksek bir saksavulun altında kısa bir şekelrleme yaptı. Uzkurt ise yorulmayı, üşenmeyi bilmiyordu. Akhalın yüzükoyun yatmakta olduğuna bakmaksızın, tavşanların ayak izlerini koklayarak, ayaklarının keyfine baktı. O gidişte, Çöl Varanı ile karşılaştı. Oflamaya puflamaya benzer ses çıkararak şişmeye başlayan Çöl Varanı, her ses çıkardığında kuyruğunu pat diye yere vurarak, sanki Uzkurdu diri diri yutacak gibiydi. Korkmanın, ürkmenin ne olduğunu bile bilmeyen Uzkurt tüylerini kabartarak onu tehdit etti.

      – Neden şişmiş, önümde duruyorsun?! Çekil yolumdan!

      Çöl Varanının onun yolundan çekilme niyeti yoktu. Ama, arkadan gelen üç ayaklı büyük kurdun sevimsiz yüzündeki ürkütücü suratını gören Çöl Varanı kurt eniğini korkutma düşüncesinden vazgeçip, kendi yoluna gitti.

      Akhal ile Uzkurt Börüsay’da avlanmak için buralarda kaldılar. Börüsay, insanların veya varlıkların gelmeye çekindikleri, yabanıl bir çöllük idi.

      Çoban rüyası

      Ilk başta, yeni gelen çoğluğu ile çoban bir türlü anlaşamadılar, sonra, belli bir zamanın geçmesi ile baba oğul gibi oldular. Ondan daha önce çoğluğun kendisi ile alışmalarını sağlayabildiği tay ile çoban konaklama yerinde bulunan çoban köpekleri olmuştu. Çobanların konaklama yerinde dört köpek ile bir de alaca kancık vardı. Kancık hamileydi.

      Son zamanlarda Alakancık, davar sürüsünü otlak alana otlatmaya götürdüklerinde çoban konaklama yerinde kalırdı. O sakin bir köpek idi. Kimse ile işi olmazdı, kimseye saldırmazdı. Otlak alanlara çıkıldığında ya da geceleri o dört köpek sürüden sorumluydu. Keçiler yavrularını doğurduğunda Çöl Vararından, koyunların kuzulaması sırasında tilkilerden korumalarını dikkate almaz isek, onların vermekte oldukları hizmetleri, yemekte oldukları yala değmez.

      Öylesine sıradan günlerin birinde, yük kamyonu ile çoban konaklama yerine gelen iki kişi, akşam çayı sırasında, Börüsay’a gitmeyi, kurumuş saksavullardan araçlarını doldurduktan sonra geri dönmeyi düşündüklerini, kendilerinin ise odun toplama kurumundan olduklarını söylediler.

      – Sadece kurumuş olanlarını alabilirsiniz – diye, çoban “yaş olanlarına dokunamazsınız” anlamında söyledi.

      – Elbette – diyerek, sürücü konuşmasına devam etti. – Ben buralara ilk kez geliyorum. Siz birkaç günlüğüne çoğluğunuzu rehber olarak bizim yanımıza verebilir misiniz?

      – Börüsay buralardan çok da uzak değil. Olsa olsa 60–70 kilometre civarındadır. Sabahleyin yola koyulursanız, akşama kadar geri gelirsiniz. Ancak, benim çoğluğumun oralarını bildiğini sanmıyorum…

      Çoğluk da yolunu kaybetmeyeceğini söyleyerek, onlar ile beraber gitmek istediğini dile getirdi.

      Çoban, misafirlerinden, Börüsay’ın geyiklerini rahatsız etmemeleri konusunda ricada bulundu.

      Onlar, sabahın erken saatlerinde yola koyuldular. Yağmur yağmaya başladı. Daha sonra bulutlar sıklaşıp, yağmur daha da şiddetlendi.

      Çobanın adı Lapar, çoğluğunun adı ise Tokar idi. La-par gençliğinde Sarı çobanın çoğlukluğunu yapmıştı. Sarı dayı dünyasını değiştikten sonra, çobanların baş konaklama yerine, Lapar’ı çoban olarak atadılar. Şuna baksana, onun çoban olarak işe başlamış olduğu günden beri tamı tamına yedi yıl geçmiş. Zamanın ne kadar hızlı akmakta olduğuna baksana!

      Lapar’ın çoban olarak işe başlamasından bir süre önce Akhal dünyaya gelmişti. Büyük bir sürünün istikbali emanet edilen insan Börüsay nehrin kenarındaki çölde yerleşen eski çoban konaklama yerinde kalmaktaydı. Ak-hal ise Sazaklı vadisinde dünyaya gelmiş olsa bile, üç yıla yakın bir süredir Börüsay’dan iki günlük yürüme mesafesinde olan Aladağ’da bulunan kadim magarayı kendisine mesken tutmuştu. Birkaç gündür Börüsay’da Uzkurt ile beraber avlanmaktaydı.

      Lapar’ın eski çoğluğu, hanımının ağır hastalığa yakalanmasından dolayı, geri dönmek zorunda kalmıştı. Onun yerine ise Tokar gelmişti.

      Yağmur ara vermeden yağmaktaydı. Etrafı karanlığın basmasıyla Lapar’ı bir telaş sardı, kalbi küt küt atmaya başladı. Oduna gitmiş kişilerin gelmesi gereken yönde halen herhanği bir ışık bile gözükmüyordu. Yoksa, aracın ışıklarının çok uzaklardan bile gözükmesi gerekmekteydi.

      “Belki, yollarını şaşırmışlardır?

      Evet ya, öyledir.

      Ah, aklım nerede benim!”

      Çoban, kendi kendine sitem etti, ateş yakmak için hazırlık yapmaya başladı. Açık bir alanda odunları bir araya biriktirdi. Ancak kibrit bulamadı. En son kibriti de oduncular geldiğinde yamağına vermiş olduğu aklına geldiğinde, dudaklarını ısırdı. Gidip alıp gelmek istesen bile, uçsuz bucaksız çölün içinde bakkal mı var ki?

      Ocağı karıştırarak, ocağa baktı. Üzeri açık bırakılmış ocağın içindeki közler yağmurdan dolayı sönmüş, küle dönmüştü.

      “Akıl etselerde, geje yatıp, etraf aydınlandıktan sonra yola koyulsalar, yollarını şaşırmadan da geri gelirler” diye, Lapar çöllerin tanrısı Hızır Aleyhisselama dua etti. Duadan hemen sonra, Hazreti Musa Peygamber ile ilgili rivayet edilen bir olay aklına geldi. Koyunların tanrısı sayılmakta olan Musa ta ki, Yüce Tanrı tarafından verilmiş sihirli asaya sahip olana kadar koyun gütmüştür. O zamanlardan beri binlerce yıllar geçmiş. Ama, çobanlıkta Hazreti Musa’nın zamanında olanlar ile bu günlerdekilerin