dini tarif etmek nispeten kolaydır. Zor olan, dini yani “din fikri”ni tarif etmektir.
Bu itibarla “Din nedir?” sorusunun cevabını verenler, esastan ziyade kendi görüşlerini dikkat nazarına almışlardır. Biz, teferruata ait olan cevapları bir tarafa bırakacağız. Fakat bütün cevaplarda, bütün tariflerde bazen açıkça, bazen üstü kapalı mevcut olan fikirlerden anlaşıldığına göre:
Din, iki ucun birleştirilip toplanmasından meydana gelen bir fikirdir. Bu iki ucun biri sosyal topluluk veya birey, diğeri insanlıktan ayrılmaz bir şekilde ve âdeta zorunlu olarak kalbe doğan tabiatüstü bir hakikattir.
Bu kapalı tarifi sade bir dille ifade edersek şu sonuca varılır ki: Din, bir insanın kendinden üstün ve muhtaç olduğu bir kudreti anlaması ve itiraf etmesidir.
Bu çok yüce bir hakikattir ki insan, hangi seviyede olursa olsun onu samimi bir şekilde içten bir ilhamla hisseder. Hissetme derecesi birbirinden farklı ve değişik olabilir; fakat bu hisse sahip olma hususunda insanlar ortaktır.
Bazı araştırmacılar dini şu suretle de tarif etmişlerdir:
“Din, öyle bir algılama özelliğidir ki çeşitli isimler ve şekiller altında insan onunla ‘mutlak sonsuz’u hisseder ve anlar. Bu özellik olmasaydı, yani insanların fıtratında böyle bir yetenek bulunmasaydı, din meçhul ve imkânsız kalırdı.”
İşte bir tarif daha:
“İnsanın bilinmesi imkânsız olan ‘Mutlak Zat’ı bilmek arzusu ve aşkı, dindir.”
Bu hakikat, yüce peygamberin yüce zatı tarafından: “Sübhaneke ma arafnake hakka ma’rifetike ya maruf.” (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey çok tanınmış olan Allah’ım, biz seni hakkıyla tanıyamadık, bilemedik.) diye yüce bir şekilde ifade buyrulmuştur. Bu tariflerin her üçü de aynı manayı ifade eder. Tahlil edilecek olursa görülür ki din fikrinde üç esas bulunmaktadır:
1. Bizim üstümüzde ve bize uyması beklenmeyen bir kudretin varlığını itiraf.
2. Bu kudretin kontrolü altında ve ona bağımlı olduğuna dair his.
3. Bu kudretle insan arasında ilişki [kulluk, mabutluk veya vahdet].
Dinin bu şekilde tarifine itiraz edenler ve bu tarifleri eksik bulanlar var. Fakat mesele insaflı bir şekilde değerlendirilirse itirazların, ciddi olmaktan ziyade bazı detaylara ait noktaları anlayış tarzıyla alakalı olduğu görülür.
Bu cümleden olarak “Buda” dininde ilah ve ilahelere verilen konumun ikinci derecede kaldığı ve hele tariflerin birçok dindeki tarifleri içermediği, belli başlı itirazları meydana getiriyorsa da bu gibi itirazlar anlaşılmaz ve delillendirilmemiş fikirlere dayandırıldığı için geçerli değildir.
Evvela Buda dini hakkında Avrupalıların henüz düzgün ve kesin fikirleri yoktur. Ve özellikle Buda dininin, Allahsız bir din olduğu, bir tür inkâr ve maddecilik ekolünden ibaret bulunduğu hakkında Avrupalılarda şu son zamanlarda ortaya çıkan fikirler, pek çok araştırma ve eleştiriye muhtaçtır.
Bize kalırsa bu fikirler, yanlış bir akımın ürünüdür. Avrupalıları bu yanlışlığa sevk eden, Budistlerin “nirvana” dedikleri “mutlak fena” [tam yokluk] hâlidir. Onlar kelimelerin tarifinden bunu yokluk manasına alıyorlar. Hâlbuki bir mutasavvıf, bunu pek kolaylıkla ıtlak [zayıf varlıktan ve benlikten soyunmak] fikri ile birleştirebilir. Şimdi de şu fikirleri özetleyelim: “Hikmet” gazetesinde yazdığımız “İslam Tasavvufu Felsefe ve Yeni Fenler” makalelerinde söylediğimiz gibi din, mabudu hissetmek, anlamak ve bilmekten ibarettir.
2. Din Hissi
Bu terkip ile ifade etmek istediğimiz amacı, “dinin samimi ve vicdani zevki” cümleleriyle açıklayabiliriz. Din, zamanımızda genel bir keyfiyettir. Fakat o büyük din hissi, hiçbir zaman genelleşmemiştir.
Güzel sanatlar zevki ve yeteneği, estetik duygu nasıl herkese verilen lütuflardan değilse, hepsinden daha hassas olan din hissi de öylece herkesin sahip olduğu özelliklerden değildir. Dinlerden herhangi birine mensup olan iki adamı inceleyelim. Bunlardan birisi, mensup olduğu dinin şeklî ibadetlerini harfiyen yerine getiriyor. Vicdanına ait duygulanmalarda hiçbir değişme ve heyecan, hiçbir cezbeye tutulma oluşmadığı hâlde ibadet ediyor.
Böyle bir adama dinsiz diyemeyiz. Fakat kendisinde dinî his olmadığı ve daha doğrusu bu hissin, kendisinde ya başlangıçtaki hâlinde gelişmemiş olarak kaldığı yahut da başka bir eğilime ve sevgiye dönüştüğü muhakkaktır. Böyle bir makinede dinî his olamaz. Böyle adamlarda ibadet eden, ruh ve vicdan değil, alışkanlık ve eğitim sonucunda bir makine düzen ve donukluğu ile hareket eden cesettir.
Örnek aldığımız diğer adama bakarsak görürüz ki birçok vesile ile Cenabıhakk’ı hatırlar, her güzel manzara ona güzelliklerin çıkış yeri olan şanı yüce var ediciyi, yani yaratıcıyı hatırlatır. Bu vesilelerin görünmesiyle beraber vicdanında tatlı bir heyecan, sevgi; ruhunun derinliklerinde benzetilmesi ve tarif edilmesi zor bir zevk hisseder. Yaratıcısı ve sahibine karşı kalbi, kulluğa yaraşır şekilde sevgiyle dolar. İşte bu adam dinî his sahibidir. Mesela İslam dinine inanmayan birçok Avrupalı büyük düşünür, bir cami ve cemaatle namaz kılındığını görerek İslam dininin ibadetlerinde kalp ve vicdana tesir eden bir büyüklük olduğunu beyan etmişlerdir. Bu gibi itirafların sahiplerindeki dinî hissi, bazen dine düşmanlık gösterenlerde bile görürüz. Mesela ispat ekolünün [pozitivist felsefenin] piri olan Auguste Comte, ömrünü maneviyatı yok etmeye adamışken en sonunda esrarengiz bir din çeşidi, garip bir tarikat meydana getirmiştir. Bu aşırılıktan da anlaşılıyor ki adı geçen dâhide, kuvvetli bir dinî his vardı ve sönmemiş idi.
Bunun aksine pek dindar bazı adamlar vardır ki bir mabede girerken, ibadetleri icra ederken hiçbir şey hissetmezler. Bir Avrupalıyı bile duygulandıran ve zevklere gark eden camilerimize kırk sene devam edip de hiçbir heyecan hissetmeyen adamlar da vardır.
Din aşkı, din uğrunda fedakârlık ve hizmet gibi güzel huy ve özellikler ancak dinî his sahiplerinde bulunur. Bu histen mahrum olanların dindarlığı ise ancak kendini beğenmişlik hislerini tatmin etmekten ibaret kalır ve böyleleri din aşkından, fedakârlıktan nasip almış değildirler.
3. Dinin Lüzumu ve Faydaları
Milyarlarca insanın, binlerce seneden beri bir dine bağlı olarak dinine sarılma lüzumunu hissetmiş olması, bugün bile yeryüzünün sakinleri milyarlarca insanın farklı dinlerden birine bağlanması, dinin gerekliliği hakkındaki kanıt ve delillerin anlamsız bir külfet olduğu düşüncesini uyandırıyor. Aslında bu fikir doğru ise de bu konuda ileri sürülecek deliller zihinleri aydınlatmaya yardım edeceğinden lüzumsuz değildir. Şurası da unutulmamalıdır ki dinin gerekliliğini inkâr eden adamlar her asırda görülmüştür. Zamanımızda da dinin vicdani, siyasi ve sosyal hiçbir lüzumu olmadığı fikrinde olan adamlar pek çoktur.
Din fikri, denilebilir ki insan algısının zaruri olarak doğurduğu şeylerdendir. İnsanlık tarihinin yedi bin senelik kısmında isimleri görülen kavimlerin hep birer dine bağlı oldukları anlaşılmıştır. Fakat zannedilmemelidir ki din fikri yedi bin seneliktir. Din, insan ile beraber ortaya çıkmıştır. Bu itibarla din ve insan kelimeleri âdeta eş anlamlı kelimelerden sayılmıştır. Çünkü bunların birbirlerinden ayrılması mümkün değildir. Tarih öncesi çağlarda yaşamış insanlarda da din fikrinin varlığı, inkârı mümkün olamayacak bir surette anlaşılmıştır.
Zamanımızdan üç yüz elli bin sene evvel tahmin edilen “Dördüncü Devir” başlarında yaşadıkları, bıraktıkları eserlerin ve fosillerin artıkları ile sabit olan ve taşlaşmış iskeletlerinin bulunduğu topraklara nispetle “Neandertal”, “Lojri”, “Kromanyon” gibi isimlerle anılan insanlığın