Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

İslam Tarihi


Скачать книгу

rel="nofollow" href="#n8" type="note">8 şu sorulara bir cevap bulmaya mecburiyet hisseder:

      “Ben kimim?”

      “Nereden geldim?”

      “Nereye gidiyorum?”

      “Beni çevreleyen bu eşya nedir? Nereden peyda olmuştur?”

      Her insanın bu sorulara bulabileceği cevap, tarif ve içerik bakımından farklı olsa bile esas ve öz bakımından aynı şeylerdir. Bu sorular neticesinde soru sahibi, kendi şahsı ve çevresi üstünde bir varlık bulunduğunu keşfeder ve bu şekilde şanı çok yüce yaratıcıyı bulur ve bilir.

      Bu derece uzun zamanlardan beri milyarlarca insanın âdeta zaruri ve tabii olarak hissettiği bir fikrin lüzumu, kendiliğinden ortaya çıkar. Bu hususta bir itiraz gelecek olsa bile bu, fikre ve dinin ruhuna ait olmayıp dinî anlayış biçimlerine ve şekillere yönelmiş olarak kalır.

      Ceset için hava, su ve yenip içilecek şeylerin gerekliliğinin açıklığını kimse inkâr edemez. Ruh için birtakım manevi gıdalar vardır ki bunların da gerekliliği aynı derecede açıktır. Ceset için hava ne ise ruh için din odur. İhtimal ki bu benzetmemize karşı bahane göstermek için havasız ceset yaşayamadığı hâlde dinsiz bir ruhun yaşayabildiği söylenir. Böyle bir bahane ileri sürmek meseleyi güzelce tahlil etmemekten ileri gelir. Her şeyden önce zamanımızda dinsiz adam yoktur ve olamaz. Yalnız “din fikri” ile olumsuz bir tarzda meşgul olan adamlar vardır. Allah’ın varlığını ve dini inkâr edenler vardır; fakat dikkat edilsin ki bu inkâr, dinî fikrin yokluğu, dini tanımazlık demek değildir. Bu adamların din fikri ile meşguliyetleri, en az bir dine itikadı olan kimse derecesindedir.

      Din fikrini, inkâr ve nefy suretiyle de olsa kabul etmek bile dinin lüzumu için bir delildir. Bundan dolayı bu konu ile ilgili gerçek soru şu şekilde olmalıdır:

      “İnsan idrakinden din fikri çıkarılabilir mi?”

      Bu soruya tereddütsüz “hayır” cevabını veririz. İnsan idraki hangi seviyede olursa olsun, din fikrinden uzaklaşabilecek bir kuvvete sahip değildir. Ne tarihte ne de zamanımızda din fikrinden esasen mahrum bir fert göremiyoruz. Din biçimlerinin ve din fikrini kabul biçimlerinin ise işin özüne hiçbir etkisi yoktur. Bu sebeple dini inkâr, dinin gerekliliğini inkâr demek olmadığından başka inkârla meşgul olmak bile o gerekliliği tasdik demektir. Şimdi yeni doğmuş bir çocuğu alarak kendisine hiçbir din fikri telkin etmesek acaba tabii bir gelişme sonucunda ilk arayacağı hususlar arasında din bulunmayacak mıdır?

      İnsan idrakini, âlime yakışacak ve inceliklerini anlayacak şekilde tahlil edenler, din fikrinin zaruri fikirler sırasında olduğunu açık seçik bir şekilde ve hatta riyazî [matematiksel olarak, hesap ederek] bir kesinlikle ispat etmişlerdir.

      Şimdi de dine daha insani ve daha samimi bir açıdan bakalım. Önce hiç kimsenin inkârına cesaret etmediği şu meseleyi zikredelim: Ahlak, yani ahlaki faziletler insanlık için elzemdir.

      Gerçekten insanlık, ahlak ile diğer varlıklardan seçkin ve üstün bir mevki kazanmıştır. Genel ismiyle insanlık diye tarif ettiğimiz topluluk düzeni, ancak ahlak ile ayakta durabilir. Eğer ahlak olmasa vazifeler de olmaz. Vazifeler olmasa insanların hayvandan farkı kalmaz. İnsan cemiyetinin her şekli ahlak ile mümkündür. İçtimai topluluklar ve hükûmetler hep hukuka, hukuk ise ahlaka dayanır. Bu âlemde insanlara nasip olan, göreceli saadetin yegâne teminatı ve kefili ahlaktır. Ahlakın yüceltilmiş esaslı kaidelerini tahrif suretiyle onu yok edenler bile esasen prensipte (en principe) ahlakın lüzumunu kabul etmişlerdir.

      “Acaba din ve ahlak ayrı ayrı şeyler midir? Din olmadan ahlak mümkün müdür?”

      Sokrat ve onun talebeleri Eflatun ile Aristo’dan itibaren birtakım hakimler [felsefeciler], din ve ahlakın yücelikte bir ve eşit olmakla beraber ayrı ayrı şeyler olduğunu zan ve iddia etmişlerdir. Onların bu iddiaları bugün Batı’nın âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bulunuyor. Fakat mesele genişliğince ve derinliğince incelenecek olursa Sokrat’ı ve onun izinden gidenleri bu fikre sevk eden sebepler meydana çıkar. Önce şurasını söyleyelim ki Sokrat’ı bu fikre sevk eden belli başlı iki sebep vardır: Birisi bulunduğu çevre ve zaman, diğeri fazilet sevgisi…

      Bilindiği gibi Sokrat’ın yaşadığı zamanda Eski Yunanlıların dini, bir hurafeler silsilesinden zarif putperestliğe dönüşmüş bir “insan şekline ibadet – anthropomorphisme”den ibaret idi.

      Bu kadar bayağı bir şekle düşmüş olan bir dinin (dikkat edilsin ki din fikrinin değil, sözü edilen din biçiminin) dayanabileceği ahlak ile Sokrat’ın vahdet izleri taşıyan vicdanında görünen ahlak pek farklı idi. Eğer Sokrat ahlakı o zamanki dinî şekille ifade etmiş, ahlakı o şekilde mümkün görmüş olsaydı bizzat ahlakı mahvetmiş olacaktı.

      Sokrat bir din yenileyicisi değildi, zamanındaki dini ıslah etmeye gücü yetecek biri de değildi. Bu kadar karmakarışık bir din biçimi üzerine bina edilecek ahlakın, ahlaksızlık olacağını çok iyi biliyordu. Bundan dolayıdır ki hiç olmazsa çevresindeki batıl dinin zorlayıcı ve bozucu şeyleri kapsayan çerçevesi dışında bir ahlak düşüncesi ortaya koymak istedi. Bu muhterem âlim, böylece din ve ahlakı ayrı ayrı şeyler olarak kabul etti. Fakat her ikisinin yücelik konusunda birliğini ve eşitliğini itiraf etmesi bile gösteriyor ki Sokrat, ahlak ilminin din fikrinden ayrılamayacağını esasen kabul etmiştir. Ayrılıkları din fikriyle değil, o zamanın din biçimiyle, yani bu biçimin batıl olduğuyla alakalıdır ki bu da çok doğrudur.

      Bu söylediklerimizin bir hakikat olduğunu ispat etmek için bu önemli bahsi bütün açıklığıyla tenkit terazisine koymak gereklidir.

      Ahlakın esas konusu “vazife”den ibarettir. Vazife, yapılması muhakkak gerekli ve mukaddestir. Yani vazife kutsaldır. Böyle olmazsa, ismen vazife kalsa bile hakikatte vazife sayılamaz. O hâlde vazifenin yapılması muhakkak gerekli ve mukaddes olabilmesi için mukaddes bir esasa dayanması gerekir. Bu mukaddes esas ise kısaca uluhiyet fikrinden ibaret olup bu da “ölümden sonra dirilmek”, “mükâfat ve ceza” fikriyle anlatılmış olur. Bu fikirler sisteminin toplamı ise bir dini oluşturur. Bu esaslar aradan çıkarılırsa ahlakın bir manası kalmaz. Vazife denilen ağır borcu ödemek için bir sebep de kalmaz. Dinsizlik ile ortaya çıkabilecek “fazilet”, kanun korkusu, hükûmetlerin korkutması ve cezalandırması ile “görünüşte kötülük yapmamak”tan ibaret kalır ki böyle bir hâle fazilet adı verilemeyeceği meydandadır.

      Bir adam farz edelim ki Allah’ın varlığına, ölümden sonra dirilmeye, ahiretteki mükâfat ve cezaya inanmıyor, bu âlemin ne hikmet sebebiyle var edildiği kendisince meçhul, hatta kendisinin yaratılışının manevi sebebinin farkında değil. Bu varlık ona göre ya mihaniki [mekanik] kanunların faaliyetinin zarureti sonucu yahut da tesadüf eseri. Bu adam için yegâne saadet bu dünyada mümkün olan şeylerin zevkleri ile yaşamaktan ibaret. Fakat sosyal hayatta işgal ettiği vaziyet veyahut talihi gereği olarak bu adam mahrumiyete mahkûm. Kendi cinsinden olan birçok kimsenin eriştiği refah ve saadet ona nasip olmuyor ve kolayca bulunmuyor. Hâlbuki bu adamın yaşamasındaki yegâne sebep bu saadetten ibarettir.

      Şimdi insaf ve mantık gereğince sorarız:

      “Bu adamın fazilet sahibi olmasında, ahlakın emrettiği vazifeleri icra etmesinde, hatta yaşamasında bir mana var mıdır? Vazife, fedakârlığı, gerektiği zaman kendini feda etmeyi ve her vakit ihtirasları sınırlandırmayı emreder. Bu adam fedakârlığı niçin yapsın? Kendini niye feda etsin? İhtiraslarını, imkân buldukça niye sınırlandırsın? Sebep, hikmet?

      Hiç! Hiçbir sebebi yoktur. Bu adama göre vazifenin yerine getirilmesi, bir delinin alışkanlık şevkiyle bir şey yapması kadar mantıksız ve manasızdır.

      Denilebilir ki; insanlık hürmet ve muhabbetinden dolayı vazifesini yerine getirir. Fakat bu adamın farkına varıp