tevhit (monisme) [Kurtarılma fikri üzerine kurulmuş hayalî din]
a) Dünyanın inkârına dayanan din (Brahman dini)
b) Mutlak vehim üzerine kurulmuş din (Buda dini)
2. Allah’a ibadet üzerine kurulmuş dinler
a) Allah’ın birliği üzerine kurulmuş iptidai din (daha önce geçen nebilerin dini)
b) Vahiy ve şeriat üzerine kurulmuş dinler (Musa dini, İslam)
c) Kurtarılma fikri üzerine kurulmuş hakiki din (İsa dini)
3. Tiyel’in Tasnifi:
I Tabii Dinler – Şirk:
1. Birçok hayvana ibadetten ibaret din.
2. Cinlere, şeytanlara ibadetten ve büyücülükten ibaret din (Vahşi kavimlerin dini)
3. Düzeltilmiş ve düzene sokulmuş sihirbazlık dini
a) Düzenlenmediği hâlde düzeltilmiş sihirbazlık (magie) dinleri (Japonlar, Hint’teki Dravidiler, Finliler, Estonlar, İslam’dan önce Araplar, eski Arnavutlar, eski İtalyanlar yani Etrüskler, eski Slavlar)
b) Düzenlenmiş sihirbazlık dinleri (eski Amerikalılar, Çin’in Kuyug dini, eski Mısırlılar)
4. İnsan şeklinde ve fakat insanüstü kudretlere malik olan ilahlara ibadetten ibaret olup yarı ahlaki olan dinler, başka bir tabirle insana tapma şirki (Veda kitaplarına bağlı Hintliler, İranlılar, Babilliler, Asurlular, Keltler, Cermenler, Yunanlılar ve Romalılar)
II Ahlaki Dinler (İlhami ve Ahlaki):
1. Millî dinler (Tao mezhebi, Konfüçyüs mezhebi, Brahman mezhebi, Musa dini ve Yahudi mezhebi)
(İstitrat: Musa dini, birinci sınıf dinler ile gelecek üçüncü sınıf dinler arasında geçittir.)
2. Umumi dinler (Buda dini, Hristiyanlık, İslam)
4. Siyebek’in Tasnifi:
1. Ahlaki bir gaye olmadığı hâlde kâinatı tasdikten ibaret olan dinler (Vahdaniyetten daha önce zuhur eden dinler)
2. Ahlaki (çeşitli ve birbirinden farklı derecelerde) dinler (Meksika, eski Peru halkı, Çinliler, eski Mısırlılar, Hindular, Farslar, Cermenler, Romalılar, Eski Yunanlılar),
3. Mutavassıt din, yani yukarıdaki dinlerle aşağıda gelecek iki din arasında geçit olan Musa dini
4. Mutlak kurtarılma dini – Kâinatın inkârı üzerine kurulmuş Buda dini
5. Müspet kurtarılma dini – İsa dini.
6. Ahlaki dinlere dönüş – Muhammed’in dini.
İşte görülüyor ki bu tasniflerde pek az hakikat, cüzi derecede ilim, çok idare-i maslahat, biraz taassup ve biraz da şahsi temayüller bulunuyor. Bir hadiseyi, fikrî bir olayı açıklamak ve aydınlatmak için ona birçok vasıf ve alışılmamış tabirler ilave etmek hiçbir maksadı sağlamaya yetmez. Bununla beraber sınıfları sınırlandırmak emeliyle birbirinden farklı dinleri aralarında biraz benzerlik bulunması sebebiyle aynı sınıfa sokmak da doğru değildir. Örnek olarak sunduğumuz şu dört tasnifin hiçbiri maksadı sağlamıyor. Zaten bu tasnif biçimi dış görünüşün tahlili üzerine dayanmış olup dinler hakkında pek de manevi, vicdani ve ahlaki bir hükmü kapsayıcı değildir. Başka bir deyişle tahlilî tenkit, ahlaki ve ruhi tenkide galebe çalıyor. Dinleri insan aklının türlü türlü ihtirasları diye kabul edip ahlaki ve vicdani yönlerinin kapsadıklarını önemsememeksizin ele almak “tenkit felsefesine” mahsus bir tarzdır. Birçok dinî şekil hakkında geniş bilgi sahibi olmak, tetkik fikrine kapılmış veyahut da şüphe ve tereddüde düşmüş bir insana hiçbir fayda vermez. Sonuç olarak zihinde “Acaba hangi din haktır?” suali böyle yüz bin tasnif okunsa yine baki kalır.
O hâlde dinlerin tasnifinde, meşhur Maks Müller’in fikrine aykırı olarak önce “hak din-batıl din” gibi dinlerin önemli iki kısma ayrılması gerektiği açıktır. Gerçi böyle bir tasnif, belki de tarih bakımından bir derece mahzurludur. Fakat fikirlerin aydınlatılması için bu mahzura katlanmak gerekir.
Hegel’in din felsefesine ait eserlerinde dinlere tatbik edilen başka bir tasnif daha göze çarpmaktadır. Pek fazla tetkik ve tenkide muhtaç olan bu tasnifin, esaslara temas etmesi bakımından büyük önem taşıdığı inkâr edilemez. “Dinlerin Mertebeleri” yahut “Kulun Rabbine Bağlantı Şekilleri” adı verilmesi gereken bu tasnife göre dinler aşağıdaki şekildedir:
1. İki sınırın (kulla Allah arasındaki ayırıcı vasfın) belirsiz olmasından ötürü kul ile Rab arasında belirli bir nisbet bulunamayan dinler (İlkel dinler, yani cahil ve vahşi kavimlerin inanışları bu zümreye dâhildir.)
2. Kul ile Rab arasında yalnız hâlık-mahluk (var edici-var edilen) nisbeti bulunup kulun kendini Rabb’inden ayrı ve gayri gördüğü dinler (Musa dini, İslam dini)
3. Kul ile Rab arasında eksik olmakla beraber bir vücut (varlık) nisbeti bulunan din (Hristiyanlık)
4. Kul ile Rab arasında en üstün manada vücut nisbeti, yani tam birlik (vahdet) bulunan mutlak din (Seçkin filozoflar ve beşerin en üstünü olan kimseler zümresinin erişebileceği dini mertebe)
Hegel’in bu tasnif biçimindeki eksiklikle beraber fikrinin derinliği çok açıktır. Eksiklikler şunlardır:
Birincisi: Buda dininin dâhil edilebileceği bir sınıf yok. Buda dini, “mutlak fena” [tam yokluk] fikri üzerine kurulmuştur ve mutlak tevhidi bildiricidir. Hâlbuki dördüncü mertebedeki varlığın tevhidinde fena yerine yalnız ebedîlik esasları müşahede edilmiş oluyor. Zaten Hegel’in yaptığı izahlardan bu söylediklerimizin doğruluğu meydandadır.
İkincisi: İslam dininin hayret verici kapsamına Hegel’in bilgisinin ulaşamadığı, İslam dinini ikinci mertebede görmesiyle sabittir. Her ne kadar İslam’ın toplayıcı akidesinin şeri ve umumi şekli gereğince bu tasnif doğru ise de felsefi ve tasavvufi şekli bakımından İslam dini için ayrıca bir mertebe kabul edilmesi lazım gelir. Zira felsefi ve tasavvufi mertebesi bakımından İslam dininin, ne Hristiyanlığa tahsis edilen mertebeye ve ne de Buda dini için bizim açtığımız sınıfa dâhil edilmesi mümkün olmayıp onu fena ile bekanın itidal haddinden ibaret ve kâmil manada tevhidi bildiren bir mertebeye iade etmek gerekir.
Söylemeye gerek yoktur ki İslam akidesinde insan ile hak din ikizdir. Fakat bu son derece ince meselede âlimler topluluğu ile mutasavvıflar arasında bir anlayış farkı vardır. Âlimler topluluğuna göre nebilerin getirdiği dinlerin hepsi hak olup akidenin esasında birbirinden hiç farkları yoktur. Neshedilen, değişiklik gören nokta, şeriatlar olup akide değildir. Başka bir deyişe göre din fikrinde, marifetullahta [Allah’ı tanımada] tekâmül yoktur. Hz. Nuh’un marifet ve inancıyla, Hz. İsa’nın veyahut Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nin marifet ve inancı arasında bir fark olmadığı gibi ümmetlerinin akide ve marifeti arasında da fark yoktur. Mutasavvıflar bu hususu kayıtsız şartsız kabul etmiyorlar. Başka bir deyişle esasta değilse bile kapsamında ve şekillerinde fark ve tekâmülü kabul ediyorlar. Mesela Hz. Nuh, vahiy ve ilhamla yüceltilmiş ilahi bir memur olmak bakımından Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nden farklı değildir. Bu esasa göre nübüvvette tekâmül yoktur. Yine bunun gibi Hazreti Nuh’un dini hak ve dinî akidesi Allah’ın tevhidinden ibaret olup yine bu itibarla diğer indirilmiş dinlerden farklı değildir.
Fakat Nuh’un ümmetinin gerçek olan akideyi kavrayışı, anlayışı ve Allah’ın zatını tanıyışı ile Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) ümmetinin kavrayışı ve tanıyışı arasında kat kat fazlalık ve tekâmül görüyorlar. Yine bunun gibi Ahmedî marifetin [Peygamber Efendimiz’in Allah’ı tanıyışının]