olduğu için onlara ne hak ve ne de batıl demek doğru olamayıp “karışık” kelimesi ile vasıflandırılmaları zorunludur.
7. BÖLÜM
HRİSTİYANLIĞIN VE DİNLERİN ELEŞTİRMENLERİ
Kant – Spinoza – Straus – Baur – Renan
1. Kant
Alman filozoflarının en ünlüsü ve son asırların en büyük mütefekkirlerinden biridir. Kant, doğrudan doğruya Hristiyanlık ve dinler ile ilgilenmemiştir. Fakat araştırdığı “tenkit ekolü”, tabiatüstü ilme ve zaruri fikirlere çok büyük darbeler vurduğundan Kant, maneviyata ve dinlere en fazla düşmanlık gösterenlerden daha çok zararlar vermiştir.
Kant, insanlık medeniyeti ile başlayan felsefenin binlerce senelik gelişiminden sonra hâlâ sabit esaslar üzerine neden oturtulamadığının sebeplerini araştırmaya koyulmuş ve bu sebepleri insan aklının güzelce tahlil edilmemesinde bulmuştur. Kant, “Saf Aklın Tenkidi” adlı eseriyle şu soruyu soruyor:
İnsan zihninde birtakım zaruri [vücubî] fikirler ve hükümler var.
Acaba bu fikir ve hükümlerdeki zaruret, onları meydana getiren sebeplerde midir? Yoksa kendilerinde, yani insan zihninde midir? Başka bir söyleyişle insan aklındaki zaruri fikirlerin bir “dış hakikat”i var mıdır? Yoksa bunlardaki hakikat sırf bir “batıni, zihnî, hayalî hakikat” midir?
Kant’ın bu soruya bulduğu cevap, menfi bir cevaptır. Yani insan aklındaki fikirlerin ve hükümlerin hiçbir dış hakikati yoktur. Demek ki insan aklının zaruri ve gerekli gördüğü şeylerdeki gereklilik ve zaruret onlara değil, insan aklına aittir. Bu durumda nihai şeylere ait bütün hususların ve bu meyanda Yaratıcı’nın, ilk hakikatlerin ve sebeplerin içyüzünün insanlara meçhul kalması icap eder. Mesela, “Her şeyin bir sebebi vardır.” diyoruz. Bu hüküm, akli kaidelerimize göre zaruridir. Biz, hiçbir vakit bunun aksini düşünemeyiz. Fakat Kant’a göre bu zaruret, yalnız insan aklında mevcut olduğundan nihai şeyleri ve gaibe ait hakikatleri gerçekte olduğu gibi anlamak ve tasavvur etmek için insan elinde hiçbir vasıta yoktur.
Kant, “Saf Aklın Tenkidi” adlı eseriyle yıktığı manevi ve zaruri esasları “Amelî (Pratik) Aklın Tenkidi” adlı eseriyle tamire çalışmışsa da tamamen muvaffak olamamıştır. Kant’ın izleyicileri, tenkit usullerini insani bilgilerin her dalına tatbik etmişler ve her tarafta maneviyatı tahribe çalışmışlardır. Bugün de bir dereceye kadar ruhaniyyun akımından ayrı olarak Kant’ın eleştiri yönteminin etkisinden kurtulabilmiş bir düşünce yoktur.
Bizim düşüncemize göre, Kant’ın fikirleri, her felsefe ekolüne karşı, aynı etkide bulunmaz. Aslında kâinatı ve bu anlamda insanı “Hak’la her türlü münasebetten uzak” gören düşünceye göre insanın ruhu ve akılının da “esasların esası” ile bir varlık bağlantısı olamayacağından Kant’ın insan aklındaki asli fikirlere bir dış hakikat olarak düşünmemesi tabii, makul ve mantıklı olur. Bu münasebeti kurmak için bilim haricinde ve tabiat kanunlarına aykırı olarak “anlaşılması mümkün olmayan harikalar” olarak düşünülmesi icap eder. Hâlbuki İslami hakikatlerde mevcut olduğu üzere insan ruhunun hakikati ile “gaye ile ilgili hakikat” arasında manevi bir birlik mevcut farz edildiği takdirde Kant’ın tenkitleri hiçe15 iner. O hâlde saf akılda mevcut olan zaruri hükümler ve fikirler, insan ruhu ile gayeye ait hakikat arasındaki irtibatın eseri ve delilidir. Fakat Hristiyanlıktaki “kesin fark” ve “ilahi şahsiyet” akideleri ile Kant’ın tenkitlerini hükümsüz bırakmak çok zordur.
2. Spinoza
Aslen Portekizli bir Musevi ailesine mensup olan, Felemenk’te doğan bu ünlü felsefeci, vahdet-i vücut [varlığın birliği] taraftarıdır.
Yani bütün varlık şekilleri “aynı varlığın” kendisinin vasıflarından ve özelliklerinden ibarettir.
Spinoza’nın ruhaniyyuna ve Hristiyanlığa ettiği en büyük hücumlar, irade, ruh ve şahsiyet meseleleridir. Bu filozofun düşünce yapısı şu dört asli noktadan ibarettir:
1. Bizatihi sebep, yani sebeplerin sebebi, hakiki ve nihai sebep (tabiatı mevcut olmaktan, yani varlığı zaruri bulunmaktan ibaret şey, başka bir deyişle mevcut olmaması gayri mümkün olan şey)
2. Zat, yani asılların aslı (Mevcut olmak için başka bir mevcuda muhtaç olmayan kayyum [kendi kendini ayakta tutan] zat)
3. Naat, yani sıfat (Zatın cevherini, yani şekle bürünmüş mâyesini [özünü] meydana getiren şey olmak üzere anlaşılan şey)
4. Hadiseler, yani uygulamalar ve değişiklikler (Zat’ın görünümleri, yani diğer bir şeyin kapsamına dâhil olan şey)
Spinoza, Cenabıhakk’ı şöyle tarif ediyor: Mutlak surette sonsuz bir varlık (Yani sonsuz, sınırsız ve her birisi ölümsüz bir cevheri bildiren vasıflara sahip bir zat)
Spinoza’ya göre insan, ilahi vasıflardan yalnız ikisini idrake muktedirdir: Fikir ve imtidâd [uzay].
Bütün ruhlar fikir sıfatının, cisimler de uzay sıfatının şuunudur [görünüşleridir]. Cenabıhakk’ın sınırsız ve sonsuz olan şuunundan bu ikisinden başkasını bilmek insanın muktedir bulunduğu bir şey olmamıştır. Kâinat, bu iki sıfatın şuununun toplamından ibarettir. İşleyici tabiat, ilahi isimlerden biridir. Kabul edici tabiat ise mahlukat ve mükevvenattır [yaratılanların bütünü]. Yaratıcı ile yaratık arasındaki fark, bir bakış açısı farkıdır (Sonraları bu fikri geliştiren idealistler, mesela Vacherot, bu farkı, mantıki bir fark şekline sokmuşlardır.).
Adı geçen ünlü filozofun “Cenabıhakk’ın görünür hâle gelmiş olan hakikat-i âlem, âlemin fikri ve manası ise Cenabıhak’tır.” demesi yine bu fikrin daha nezih bir şekilde ifadesidir.
Spinoza’ya göre bir şey hem sonsuz ve mutlak hem de şahıs olamaz. Bir şahıs ne kadar büyük tasavvur edilebilirse edilsin yine bir son ile sınırlıdır. Şahsiyet fikri, örnekler ile anlaşılması mümkün olan bir şeydir, örneği ve benzeri olmayan sonsuz bir varlık, sonlu ve sınırlı manasını ifade eden şahıs şekliyle tasavvur edilemez. Şahsiyet cüzilere, insana mahsustur.
Bu sebeplerden dolayı Spinoza, ruhaniyyunu, Hristiyanları ve Musevileri “Cenabıhakk’ı insana kıyaslamakla ve benzetmekle ve bundan dolayı Cenabıhakk’a değil kendi vicdanlarının muhayyel [hayal edilmiş] şekline ibadet etmekle, gizli bir âdemperesti16 [insana tapıcılık] ile itham ediyor.
Spinoza’nın en fazla itiraz ettiği meselelerden biri de “irade” meselesidir.
Spinoza’ya göre irade-i bit-teemmül [düşünerek istemek] ve irade-i bil-ihtiyar [seçerek istemek] hayal olup insanlara mahsus bir güçsüzlüktür. Cenabıhakk’ın istemeleri, hep vücubî ve zaruri, yani zatının zarureti olup bu vücubî ve zaruri olan külli iradede düşünme ve seçme, terk ve tercih etme gibi beşeriyete mahsus şekiller yoktur.
Beşerdeki cüzi iradeye, irade [isteme] hürriyetine gelince: Bu, beşeriyetin cehaletinden ibarettir. Kendisini irade sahibi eden sebepleri [ilahi varlığın kendi kendisine yeterliliği ve devamlılığı] bilemediği için insan, kendinde düşünme ve seçme ile ortaya çıkan bir isteme hürriyeti, yani cüzi irade var zanneder. İnsan, eğer ihtiraslarının hâkimiyetinden kendisini kurtarır ve akli görüşü vasıtasıyla Allah’ın ayniyetinde [bizzat kendisinde] kendini yok etmiş olursa işte ancak o vakit “hür” sayılır. Ahlak ve maneviyat ilminin temeli “ilahi aşk”tır.
Spinoza’nın en çok itiraz ettiği meselelerden biri de Hristiyanların “kaza ve kader” meselesini anlayış şekilleridir.
İşte