Tevhit hissinden ve kavuşma zevkinden ibaret ibadetler
Zihincilere [idealistlere] göre de dinî fikirler manzumesi buna pek yakındır:
1. Şahsi olmayan ve fakat kişinin vicdanında şahsiyet sahibi gibi tecelli eden, kâinattan zatı bakımından değil mantıken ayrı, mantıken başlangıçta soyut fikir, sonra vücut sahibi fikir ve nihayet kişide vicdanlı fikir olan bir Allah
2. Soyut fikrin kişi vicdanında kendi kendini bilmesinden ibaret ruh
3. Ayrılıktan uzak, aşk ve fedakârlık esasları üzerine kurulmuş ahlak
4. İlim ve fazilet, sevgi zevkinden ibaret ibadetler
Bu son iki fikre göre itibar bakımından nübüvvet inkâr edilmiş değilse de âdeta insanlığın umumi bir hususiyeti olarak ifade edilmiştir.
Akliyyunun (rasyonalistlerin) bir kısmına ve tekâmül felsefesi sahiplerine göre ise din hayret edilecek bir basitliğe iner:
“Mahiyeti tamamen meçhul kalacak ve her şeyin mercii bir gizli kudret, geri kalanı insanlığın ortaya çıkacak ihtiyaçlarına ve bilimsel ilerlemelere göre belirlenecek şeyler.”
Hep tabii din olmak iddiasında bulunan bu dinî şekiller yalnız bir noktada tamamen birleşmiş bulunuyor. O da harikaları, mucizeleri ve sırları kabul etmemek. Tahlil edildiği zaman görülür ki tabii din adı verilen dinî şekiller ile felsefe arasında hiçbir fark yoktur. Bu mezheplere göre herkesin dini, kendindeki din hissinin derecesi, ilim ve irfanının mertebesi ile orantılıdır. Allah’ın kitabı vicdan ve tabiattır.
Bütün bu söylediklerimizden çıkan netice şudur ki: Tabii din adı altında bulunan din şekillerinde semavi dinlerde dahi mevcut birçok hakikat yok değil, var. Fakat kutsi bir esasa malik olmadıklarından, kapsadıkları şeyler her ferdin zevk ve iktidarına göre değiştiğinden, kendisine uyulacak değerde olan bütün tarihî şartlardan mahrum bulunduklarından “tabii din” adı müstear bir isimden ibaret kalıyor ve bu takma ismin altında “ya semavi dinlerden birinin varlık safhalarından bir safha” veyahut da felsefe ekollerinden birini dolaylı olarak kapsayan yeni bir ekol bulunuyor.
3. Hak Din ve Semavi Din
Yukarıdan beri yürüttüğümüz düşünceler silsilesi ile ortaya çıkacak tahlil sonucunda din, gayet tabii surette iki esas şekle ayrılır: Hak din, batıl din. Bu ayrımın geçmiş uzak devirler için ilmî tatbiki eksiktir, burasını itiraf ederiz. Fakat şurası da vardır ki bugün insanlık için “ahlak ve hikmet” bakımından en faydalı olan ayırım budur; çünkü insanların genelinin ilgili olduğu taraftır bu. Yoksa eski devirlerde dinlerin şekilleri ve hâlleri, yalnız ihtisas sahiplerine zevk verebilecek şeylerdir.
Dinlerin hak ve batıl gibi birbirine zıt olan iki şekle ayrılması basit akıl sahiplerine göre son derece kolaydır. Her insan, kendi dinini doğru ve diğerlerini az çok doğruluktan uzaklaşmış yahut tamamen batıl görür. Fakat delillerden mahrum olduğu takdirde böyle bir görüşte kendinden başkası için ne bilimsel ne de felsefi bir kıymet vardır.
“Biz babalarımızı böyle bulduk ve onlara uyduk!”13 demek, haklı olmak için kâfi gelemez. Bundan dolayı hak dinin ne gibi şartları taşıması gerektiğini “felsefi ve bilimsel hakikatler” ölçü kabul edilerek tayin etmek lazımdır.
Yine tekrar ederiz ki insanlık medeniyetinin şereflerinden biri de batıllığı apaçık olan dinleri çoktan terk etmiş olmasıdır. Bugün medenileşmiş kavimler, her birinin esası birer mukaddes kitaba ait olan üç büyük dinin yolunda bulunuyor. Bu hususun büyük bir tarihî kıymeti vardır. Bir dinin milyonlarca insan tarafından kabul edilmiş olması, binlerce sene sağlam ve sürekli kalması, hiçbir mütefekkirin küçümseyemeyeceği şeylerdendir. Gerçi yüzlerce milyon halkın, binlerce seneden beri bu üç din dışında kalan Brahma, Buda, Konfüçyüs dinine bağlı olması, fikrimize karşı bir bahane göstermek için ileri sürülebilir. Şu kadar ki biz, bu dinlerin de “esas noktalar”da medeniyetin üç dini ile birleşeceğini iddia ve ispat edebiliriz.
Bir dinin tarihî hayatı, o dinin esasının sağlamlığı hakkında en büyük belgedir. İnsanın müşterek hissi, düşünürlerin daima ehemmiyetle kabul ettiği bir ölçüdür.
Kutsiyet ve nübüvvet [peygamberlik], vahiy ve ilham fikirlerinden soyutlanmış olan fikirler, ne kadar yüce olursa olsun insanların vicdanının rehberi ve işlerinin düzenleyicisi olamamıştır. Felsefe, hiçbir vakit dinin yerini tutmamıştır. Tarihî kanunlara, ruhi hâllere ve beşerî ihtiyaçlara dayanarak hükmederiz ki hiçbir vakit de tutmayacaktır.
Felsefede, başta dindar filozof Sokrat olmak üzere üç beş hak şehidi gösterebilir, dinin fedakârları ve şehitleri ise sayısızdır. Bunun içindir ki biz hak dini yine dinlerde ve bu dinlerin medenileşmiş kavimlerin vicdanının meşalesi olanlarında arayacağız. Maksada ulaşmak için eleştiri, analiz ve sentez usullerine daima müracaat edeceğiz. Bu üç dinde müşterek ve bundan dolayı her üçüne de esas olan asli fikirleri bir araya toplar da bunları bir kere de bilim ve felsefe terazisiyle tartar, işin sonunda kabul etmek zaruretinde kalırsak, bir dine “hak” sıfatını verebilecek şartları elde etmiş oluruz. Bu şartlar, esas noktalar demektir. Bunlara zamanla özü değiştirilmiş ve bozulmuş fikirler, mensupları tarafından ilave edilmiş görüşler dâhil değildir. Bu yöntem ile medenileşmiş insanlığın dini olan üç büyük dindeki asli noktaları ele alırsak ilk önce şu neticeye ulaşmış oluruz:
“Cemal ve kemal vasıfları ile vasıflanmış Biricik Allah.”
Her üç dinde bu esaslı nokta vardır. Gerçi şimdiki şekillerine göre bunların dereceleri birbirinden farklıdır, fakat bu farklılıklarının altında bulunan fikir, yine şu bir noktadan ibaret kalır.
Museviler, ilahi vahdaniyeti [Allah’ın birliğini] kayıtsız ve şartsız kabul ediyor. İslam da böyle. Yalnız Hristiyanlık, vahdaniyeti esasen itirafla beraber bir de teslis ilave ediyor. Biz burada Hristiyanlığın tenkidini yapmak fikrinde olmadığımızdan uzun uzadıya düşüncelerimizi ifade etmeye lüzum görmeyiz. Mademki Hristiyanlık da vahdaniyeti zaruri olarak itiraf ediyor, biz de esasa ait bu noktayı alarak, vahdaniyeti bozucu bir ilave olan teslis fikrini bir tarafa bırakırız.
Demek ki; her üç dinde esas noktalardan birisi “vahdaniyet” fikri oluyor. İslam bu noktada diğer iki semavi dinle müttefiktir. Yalnız vahdaniyeti bozucu gördüğü (Üzeyir ve Mesih hakkındaki fikirler gibi) fikirler ile ilahi vasıflara ve fiillere ait birçok hususta onlardan ayrılır. Ve diyebiliriz ki İslam’ın kabul edemediği hususlar, bilim ve felsefenin kabul etmediği hususların aynısıdır!
Şüphe ve inkârdan başka felsefe ekollerini, yani insanlığın çok büyük ekseriyetinin geçmiş zamanda ve şimdiki hâlde makbulü olan fikirleri incelersek iki aslın, iki mercinin, iki mabudun mümkün olmasının tasavvur bile edilemeyeceğini ve Cenabıhakk’ı inkârın iki mabut tasavvurundan daha kolay ve mantıki olduğunu görürüz.
Eflatun ve Aristo gibi dâhilerin fikirlerinden açıkça anlaşılan ve “felsefi ikicilik” denilen şirk şekli, eserlerinin toplamında görülen gönül aldatıcı yücelikle bile felsefe önünde payidar olamamış ve tam oy birliği ile ilim sahasından atılmıştır. Öyle bir hâlde ki Yaradan hakkında cereyan edegelen münakaşalar “vahdaniyetle varlığını ikrar” ve “inkâr” gibi iki noktaya münhasır olmuştur.
Bundan dolayı akli, nakli ve tecrübi bilgilerin toplamından çıkan son netice “her şeyin aslı, umut yeri, dönüş yeri, rabbi olan şanı pek yüce zatın zaruri olarak vahit (bir) olmasından” ibarettir. Bu sebeple bir dine hak din dedirtecek asli şartlardan en önemlisi ve birincisi: “Allah’ın zatını tevhit, yani vahit ve kayyum bir mabut olarak tanımak”tır.
Tetkik