duygulardan bir zerre var mıdır? Bir anne tasavvur ediniz ki denize düşen ciğerparesini kurtarmak için yüzme bilmezken kalkıp kendini denize atıyor ve öleceğini bilirken yavrusu uğrunda nefsini feda ediyor. Bu onurlu davranış acaba “menfaat ve bencillik” gibi ölüm kadar soğuk kelimelerle izah edilebilir mi?
Bir fakir tasavvur ediniz ki iki gün aç durmuş, ölmesine ramak kalmışken eline bir dilim ekmek geçmiş. Bir gün sonra tekrar bir dilim ekmek bulması asla kesin değil. Öyle iken kendi gibi bir aç görüyor; ondan hiçbir menfaat beklemezken ve ertesi günü ekmek bulamayıp açlıktan ölmesi muhtemel iken ekmeğinin yarısını o fakire veriyor!
Bir misal9 daha: Çölde susuz kalmış iki kimse hayal ediniz ki birisi o sahranın garibi, diğeri yerlisi. Güneşin harareti 75 derecede. Yerlinin elinde ancak kendisini üç beş saat susuzluktan ölmesine engel olacak su var. Yolcular kuyunun yerini kaybetmiş ve demek ki su bulmaları sırf tesadüfe kalmış. Böyle iken yerli, ölümlerin en dehşetlisi olan susuzluktan ölmeyi göze alıyor da garibe elindeki suyu veriyor! Acaba şu onurlu hareketin “menfaat ve bencillik” gibi saçmalıklarla açıklanması mümkün müdür?
Hayır!
Bu hakikat o kadar açıktır ki birtakım mütefekkirler ahlak ilmini menfaat ve bencillik fikirleri üzerine kurma imkânı olmadığını görerek ortaya “cezp edilme” nazariyesini koymuşlardır. Mesela bir insanın iyilik etmesi, iyilik hissine kapılmasından ve toplumda iyiliklerin, güzelliklerin varlığı, fertlerin çoğunluğunun birbirine karşı sevgi ve dostluk hissiyle bağlı bulunmasından ileri geldiğini öne sürmüşlerse de “vazife” gibi zor ve mukaddes bir şeyin bu “incizap” [ruhi heyecan] nazariyesi gibi bir tereddüt ve zan üzerine kurulamayacağını anlamak için çok düşünmek gerekmez.
Demek ki ahlak, ancak “vazife” fikri üzerine bina edilebilir. Vazife fikri ile “Cenab-ı Allah’a inanma ve onu sevme”den başka bir esasa dayandırılamaz. Şu hâlde yine tekrar ederiz ki bir dinsizin ahlak sahibi olması şaşılacak bir şey, olmaması ise tabii bir neticedir.
2. Toplum ve Hürriyet Fikrinin Kaybedilmesi
Beşerî toplum düzeni, tek tip bir düzen değildir ve olamaz. Kâinatta “tam manasıyla eşit” bir varlık şekli olmadığı için insanlar da hiçbir hususta “tam manasıyla eşit” olamazlar. İnsanlığın icat ettiği bir sürü esrarengiz kelimeler vardır ki bunlar hep bu hakikati remz ve işaret ederler. Talih, kader, tesadüf vesaire… Gerçekten insan fertleri cismen ve manen birbirinden farklı derecede yaratılırlar. Biri bülbül gibi söyler, diğeri kekeler; biri tabii güzellikleri tasvire muktedirdir, diğeri ancak çirkin yaratıklar resmedebilir; biri sanki güzellik sırlarının aynası imiş gibi güzel olur, diğeri bir ifrit kadar çirkin gözükür.
Fakat her ne hâlde ve görünüşte olursa olsun bütün insan fertlerinin hakkı olan şey, hukuken eşitliktir ki bunun en doğru adı “hayat hakkı”dır. Hakları korunmuş olmayan fertler, muntazam bir sosyal düzen meydana getiremezler.
Hâlbuki bir sosyal düzen, fertlerin hâllerinin birbirine denk ve dengede bulunmasına özen göstermedikçe hiçbir vakit sağlam ve devamlı olamaz. Eğer insan fertlerinin yönlendiricisi ve yöneticisi yalnız iyi niyet olursa bu denkliğin ve dengenin uzun süre devam ettirilmesi mümkün değildir. Şu hâlde sosyal düzendeki dengeyi devam ettirecek maddi ve manevi bir kuvvet bulunmadığı dakikada anarşi, yani hükûmetsizlik ortaya çıkar. Eğer din ve ahlak manasız sözlerse insan cemiyetinin anarşist olması hem pek tabii ve hem de pek meşrudur. Biraz daha açıklayalım:
Ahmet Efendi’ye babasından yüz bin lira miras kalmış. Bu sermaye ile günde beş altın kazanıyor, hem de yorulmadan. Mehmet Efendi ise bir ay çalışarak ancak bu parayı kazanıyor. Aradan din ve ahlak kayıtları çıkarsa Mehmet Efendi’ye düşen ilk vazife, Ahmet Efendi’nin yarı parasını, yarı kazancını almaktır. Gerçi şimdiki hâlde din ve ahlak kayıtları üzerine kurulmuş bir hükûmet, yani engel olan ezici bir kuvvet var, Mehmet Efendi’nin Ahmet Efendi’nin hakkını almasına engel olur. Fakat böyle bir hükûmetin varlığı, din ve ahlak çoğunluk tarafından beğenilip kabul edilmiş olduğu içindir. Ya çoğunluk anarşistlere geçerse? İlk yapacakları iş, sosyal düzeni teşkil eden bazı insanları, eşitlik aşkına haklarından mahrum etmek olur. Bari ondan sonra düzgün ve yeni bir düzen kurulması mümkün olur mu? Hayır! Mademki insanlığın mahiyeti, daha doğrusu tabiatı ve kanunları, değişme kabul etmez şekildedir, bu yeni düzende de zaruri olarak değişik sınıflar ortaya çıkacak ve yine insanlar, akıllılar, budalalar; talihliler, talihsizler; çalışkanlar, tembeller; güzeller, çirkinler gibi kısımlara ayrılacaktır.
Bu hakikat güzelce düşünülürse kabul edilir ki: Sosyal düzene az çok bir meşruiyet rengi veren ancak din ve ahlaka bağlanmaktır.
3. Saadetin Kaybedilmesi
İnsanın ağır hayat yükünü sürükleyip durması, hep saadete ulaşma ümidiyledir. İnsan fertlerinden pek azı, nispi yani herkese göre değişebilen bir saadet anlayışına sahiptir. Fakat bu nispi saadeti meydana getiren şeyi maddiyat zannedersek fazlasıyla aldanmış oluruz. Nispi saadeti kazandıran şey, vicdani kanaat ve maneviyattır. Başka bir deyişle nispi saadet, din ve ahlakın mahsulüdür. Dinsizlikte saadet imkânı yoktur. Dinsizler için iki nevi büyük azap vade-dilmiştir ve var olmuştur. Zenginler için: İnce ve yüce duygulardan ve hayatın hakiki zevkinden mahrumiyet, o kadar bol nimetlere rağmen hayatı devamlı bir tatsızlıkla geçirme… Fakirler içinse: Teselli ve ümitten, adalet ve sevgi görmeden mahrumiyettir. Öyle bir hâlde ki birincilere intihar, ikincilere anarşi, hayatın tabii bir neticesi olur.
Dinsizliğin sosyal neticeleri cidden korkunçtur. Bir dinsizin, din fikri ile esasları kurulmuş ve ancak din fikri ile bir mana ve sebebi olan ahlaki kaidelerden yardım istemeye hiçbir salahiyeti yoktur. Bir dinsizin, din ve imandan doğmuş olan beşerî faziletlerden hiçbir pay beklemeye hakkı yoktur.
Bir dinsiz nazarında insanlık, fazilet, mürüvvet [cömertlik, iyilikseverlik], şefkat, insaf gibi yüce kelimelerin hiçbir manası yoktur. Eğer hem bu kelimelerde bir mana görüyor ve hem de dinsizlik davasında bulunuyorsa kendi vicdanını tahliyeden aciz kalmış, özellikle yüce duygularının arttığını, çocukluğunda dindar bir şekilde terbiyesine ve hâlâ vicdanının kilit noktasına hâkim olan din fikrine borçlu olduğunu fark edememiş demektir.
Bir dinsizin nazarında, “hissiz, vicdansız, lakayt ve insafsız bir kudret”ten, vücutları soyutlamaktan ibaret “kâinatın kanunları”ndan başka bir şey olamaz.
Allah fikri ve neticeleri aradan çıkarılırsa tabiat sahasında atomlar yığınından, mekanik faaliyetlerden başka bir şey görülemez. Bütün görünüş ve varlık sistemi, rekabet ve mücadele, mukatele ve muhasede [birbiriyle çarpışma ve birbirini çekememe] kanunları üzerine tesis edilmiştir.
Yalnız insan, vahşet gösteren bu kanunlara akıl ve vicdanla karşı çıkarak tesirlerini hafifletmeye ve dengelemeye, hatta etki alanını değiştirmeyi başarmıştır. İnsan bu kudreti, Allah fikrinden almıştır.
Bu fikir aradan çıkarsa insan, alelade hayvan türlerinden birine mensup bir hayvan kalır ve “tabiatın körlüğünün ve kahrının tesiri altına” düşmesi lazım gelir. Dinsiz bir anarşistin vicdanını tahlil edersek, haklı olduğunu tamamen görürüz. Böyle bir dinsizin kanaatine göre bütün yüce duygularla düşünceler gerçekten mahrum ve hayalin doğurduğu şeylerdir; hakiki olan şey, tabiattan ibarettir. Ahiret, fazilet, uhrevi mükâfat, ahlak, bütün bu kelimeler hilekâr bir güruhun, insanlığın çoğunluğunu esir gibi çalıştırmak için icat ettikleri şeylerdir. Şu hâlde insanlığın hayalinin gayesi yerine her ferdin hayalinin gayesi kaim olur. Her insan, dünyada hiçbir şarta bağlı olmaksızın mesut olmak ister; bundan başka saadet suretleri yoktur. Fakat insan topluluklarının bugün mevcut olan