Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

İslam Tarihi


Скачать книгу

düzenlemeye kalkışması fena bir teşebbüstür. Avrupa, ‘medeniyet’ten ibaret olan inancını yaymaya çalışmakla beraber, ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarla dinî rivayetlerinin bağdaştırılıp uygunlaştırılması işini, o toplulukların kendilerine terk etmelidir. Ve ‘kendi vicdani inkılaplarını, en geniş bir hürriyetle bizzat icra etmek gibi’ şahısların ve fertlerin en mukaddes olan haklarına riayet etmelidir.”

      Renan’ın, Avrupa âdetleri ve bilimleri ile temastan husule gelen dinî laubalilik hakkındaki fikirleri, şu söyleyeceğimiz bazı sakıncalarla tamamen doğrudur. Dininin hakikatlerini, İslam’ın hikmetleriyle ilgili bilgi ve düşünceleri bilen bir Müslüman’ın “bilimsel hakikatler”den korkacak hiçbir ciheti yoktur. Yalnız Müslümanlık hakkında doğru ve esaslı fikri olmayan bir Müslüman, yarım yamalak bilimsel bilgiler, parlaklığı sadece yüzündeki ciladan ibaret sahte hikmetli sözler ile temas ederse zaten ismen Müslüman olan öyle bir kimse, kendisi gelince: Avrupalıların zevk ve sefahat kelimeleriyle içeriği özleştirilerek anlatılabilecek olan âdetleri, sağlam ve millî bir terbiye görmemiş Müslüman için öldürücü bir zehir olur. Hintliyi öldürebilen yerli bir yılan, bir yabancıyı daha süratle öldürür. Avrupalılar için manevi ve ahlaki felaketlerin sebebi olan temayüllerinin ve âdetlerinin çoğu, elbette bir yabancı için daha büyük bir felakettir.

      5. Kara Dövu [Carre de Vaux]

      İslam dini ve İslam dininin büyük mütefekkirleri hakkındaki tetkikleriyle ün kazanmış bir oryantalisttir. “İmam-ı Gazalî” hakkında yazdığı eseri Avrupa’da oldukça dikkat çekmiştir.

      İslami ayin ve ibadetler hakkında yazdığı ünlü eseriyle “Kont Kara Dövu” metin ve samimi bir Katolik ve ruhani filozof olmasına rağmen, bir dereceye kadar hakikate hürmet ettiğini göstermiştir.

      Kont, çoğu noktada uygun ve elverişli bulurcasına muhakeme ettiği İslam’ı yalnız iki noktada, “medeniyet fikri” ile uzlaşmasını mümkün bulmuyor: Cihat, kadınların örtünmesi ve hayat tarzı. Kont’un cihat hakkındaki fikirlerinin hepsine ve özellikle cihadın tarihî şekillerine önem verip teorik şekillerini anlatmasına hak veremeyiz. Müslümanlara farz olan cihadın da “iki esaslı noktası” vardır. Kont emin olsun ki bu iki noktada dahi İslam dini, insaniyetten, hakkaniyetten ve tabii din olmaktan vazgeçmiyor. Bu iki nokta; insanlığın felaketine sebep olan batıllığı ve zulmü ortadan kaldırarak yerine hakkı ve adaleti getirmek; bir de meşru müdafaadır.

      Acaba bu iki esastan hangisini Kont Kara Dövu medeniyete ve insanlığa aykırı buluyor? Cihadın bu iki esasi şeklinden birincisi, çevrenin ve zamanın gerektirdiği şeylerden olarak, silahla ve ülkelerin istilası suretiyle ortaya çıktı. Fakat bu durumun ortaya çıkardığı faydanın; yararlı olmasından çok zararlı olduğu tarihçe sabittir.

      İslam meydana çıkmasından sonra, etrafındaki ülkeleri silahla istilaya başladı. Fakat manevi istila, maddi istilayı takip ediyor; böylece şirk ve saçmalık yerine vahdet [birlik], baskı ve zulüm yerine adalet ve merhamet kaim oluyordu.

      “Müslüman Ömer” ile “Hristiyan İrakliyus” veyahut Zerdüşt dinine mensup olan “Yezd-cürd”ü karşılaştırsa Kara Dövu hangisini adalete ve insanlığa daha yakın ve hâkimiyete daha layık görür? O vakit ki Doğu imparatorluğu İran devleti ile İslam hükûmetini karşılaştırsak hangisini “adalet ve hakkaniyet” esaslarına dayanmış olarak görürüz? Suriye Hristiyanları, imparatorun zalim valilerinin idaresinde mi yoksa bir Ebu Ubeyde’nin babacan idaresinde mi daha fazla refah ve adalete sahiptiler? Bu soruların cevaplarını, hep İslam’ın lehinde olarak tarih vermiştir.

      İşte cihadın yayılmacı şeklinde bile böyle bir sonuç ve meyvesi gizlenmişti. Sonraları ise çok kere bu hükmi ve muhterem şeklini değiştirdi, çok kere birtakım zalim padişahların eğlencesi ve gelirleri hükmüne girdi. Fakat bu kabahat İslam’ın değil, her fazileti menfaat vasıtası etmeye çalışan insan ihtiraslarınındır.

      Cihadın bu şekli zamanımızda bahse değer bir nokta olamaz. Bugün İslam doğrulanmış, kuvvetlenmiş, kendi esasları üzerine sağlamca yerleşmiştir; kendini müdafaaya, hakikatlerini sözle yaymaya ve manevi istilalara muktedirdir. Bundan dolayı Kont Kara Dövu’nun, cihadın bugün mevcut olmayan ve fakat mevcut olduğu vakitlerde de içinde gizlenen manası insaniyetten ibaret bulunan birinci şekline itiraz etmesi, vehimden ibaret olan bir şeye hücum etmek demek olur.

      Cihadın ikinci şekline gelince: Varlığını korumak, değil insanlığın, en basit bir canlının bile meşru hakkıdır. Bu, hayat hakkıdır. Müslümanlar, memleketlerini, her kime olursa olsun çiğnetmek istemezler, vatanlarını müdafaaya dinlerinin emri gereği olarak mecburdurlar. Hâlbuki bu müdafaa kadar tabii bir hak olamaz. Acaba cihadın, tehlikeyi savuşturmaktan ve kendini korumaktan ibaret olan şu ikinci şekline ne diye itiraz olunuyor?

      Gariptir ki İslam’ı cihadı ve kılıç kullanmakla, şiddet ve taassupla itham eden rakip dinlerin mensupları, mesela Hristiyanlık tarihindeki, tarihin hiçbir kısmında görülmeyen savaşları, katliamları, otodafe’leri,26 engizisyonları unutuyorlar!

      Şimdi de “kadınlar” meselesine gelelim: Bugün bir çöküntü hâlinde olan İslam âlemi, İslami hakikatlerden pek çoğunu yitirmiş olduğu için gerçekten kadınlarımız, teessüf edilecek bir seviye ve hâle düşmüşlerdir. Fakat işi insaf ile bilimsel hakikatler ve düsturlar ile muhakeme edelim. Acaba kadınlarımızın bu hâli, mesturiyetin [örtünmenin] verdiği bir netice midir? Bize öyle geliyor ki biz Müslümanların şu çöküntü devirlerinde düştüğümüz aşağı ahlak derecesi dikkat nazarına alınırsa kadınlarımızın mestur olmamalarından dolayı düşünülebilen netice, şimdiki seviyelerinden değişik olarak fazla ahlaksızlığa düşmelerinden başka bir şey olamazdı.

      Binlerce içtimai sebebin bir araya gelmesiyle hasıl olan umumi çöküntüde Müslüman kadınlarına da mühim bir hisse düşmesi pek tabii idi. Fakat İslam’ın ilk asırlarındaki kadınlarımızı, Müslümanların şanlı devrelerindeki evlatları yetiştiren kapalı Müslüman kadınları düşünürsek İslam’ın kadın şerefini ve haklarını sağlayıp onların kefili olduğundan şüphe edemeyiz. Çünkü tarihî olayları ve gerçekleri inkâr edemeyiz.

      Bugün itiraf ediyoruz ki erkeklerimizin olduğu gibi kadınlarımızın da hâlleri ıslah edilmeye muhtaçtır. Acaba İslam dairesi içinde bu ıslahata muvaffak olamaz mıyız?

      Eğer ölçü olarak ele Avrupa veya Hristiyanlığı alırsak, hayır. Zira ele alacağımız bu ölçü, bize şu noktada İslam’ı terk etmeyi teklif ediyor. Bu meseledeki haricî şekil “mesturiyet”, batini ve hakiki şekil ise “müşareket” [bir kadın üzerinde ortaklaşma] bahisleridir. İslam’da mesturiyet esasen bir farzdır. Fakat cereyan tarzı bir “âdet” olan bu hâl, makul bir şekle konulabilir; örtünme, kadınlar için külfet sayılamayacak bir hadde sokulabilir. Hatta bir kadın hiç tesettüre riayet etmese yine Müslümanlıktan çıkmış olmaz. Farzları inkâr etmeksizin terk edenlerin Müslümanlıktan çıkmayacağı gibi.

      Fakat Avrupalılarla İslam’ı her vakit ayrı bırakacak nokta, örtü meselesi değil, müşareket [bir kadın üzerinde ortaklaşma] meselesidir.

      İslam’a göre bir kadın, bir erkeğin yâridir, bütün erkeklerin ortak yari ve malı değil. Hâlbuki Avrupa’da (tabii bazı hususlar müstesna olmak üzere) bir kadının, bütün bir cemiyetin ortak yâri ve sıkı fıkı, canciğer arkadaşı olduğu meydandadır.

      İslam bir kadını öğrenmek ve öğretmekten, ticaretten, bir işte çalışmaktan, velhasıl “tabiatın” ve “hikmetin” müştereken bahşettiği haklardan mahrum etmez. Şu hâlde kadınlarımızın şimdiki ruhi ve içtimai sefaletleri, biz erkeklerin sefaleti neticesidir. Ve demek ki kadınlarımızın