Mehmet Rauf

Eylül


Скачать книгу

pigraph>

      Halit Ziya’ya

      “İlk eserim son üstadıma”

Mehmed Rauf

      1

      Salonda, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu.

      Süreyya canı sıkılanlara mahsus bir tahammülsüzlükle, “Çılgın kız!” diye söylendi.

      Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış dışarıya baktığı görülen karısı dönüp “Bu gece hava ne güzel!” dedi.

      Bu nisan gününün akşama doğru başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmişti. Yaş bir yeşilliğin üstünde şimdi altınlı incileriyle lacivert gökyüzü titriyor, toprağın, ağaçların ıslak soluğu her şeyin içine işliyordu.

      Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir iki uzun nefes aldı, her nefes alışında hayatı artıyormuş gibi göğüs geçiriyordu. Sonra hâlâ sigaranın dumanlarına bulanmış, kıştan kurtulamayan bir tepe gibi karanlık ve gamlı duran Süreyya’ya doğru gelerek kolundan tuttu, kaldırmak istedi:

      “Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmak sanki daha mı iyi? Haydi, biz de çıkalım.”

      Süreyya’nın bu gece canı sıkılıyordu, “Adam bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye bulaştırıyordu. Sayfiyeye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş fakat bu sefer de sahili olan bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyük babalarının vaktiyle nasıl budala bir hesap ile “şu taş ocağında” yaptırdığı bu köşk onları her sene başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kışın o Boğaziçi’ni kurarken yine koşup geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu ıssız çöl onu artık çıkıp gezmekten alıkoyacak kadar bıktırmıştı! Babasına karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir vesile oluyordu. Bunun için her günkü hayatında ekseriya şen olan Süreyya buraya taşındıkları on günden beri hemen daima sisli, taşkın, hatta o kadar sevdiği karısı Suat’a karşı bile hemen hiçbir sebep olmayarak haksız davranıyordu.

      Suat’ın kendi kolunu tutan elinden çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için tebessüm etmek gerektiğini hatırlayarak firari, nursuz bir tebessümle:

      “Şimdi hep çamur oluruz; toprak değil ki… İki dakika yağmur yağdı mı haddin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın bir okka çamurla beraber kalkar.” dedi.

      Genç kadın beş senelik derin bir yakınlığın verdiği nüfuzu nazarla pek iyi fark ettiği bu neşesizliğin giderilmesine artık yetmediğine üzülür gibi acıklı bir sesle sordu:

      “Pek sıkılıyorsun galiba?”

      “Evet, sorma! Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı! Hele bu yemekten sonraki saatler! Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü… Hasılı her zaman insan boğuluyor! Herkes böyle birer köşede eziliyor! Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum!”

      Suat, kaşlarında endişeli bir kıvrımla, gözleri daha ziyade karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir hâl görülmeden geçirilmiş mesut günleri düşünerek susuyordu. Bir aralık, “Evvelden hiç böyle söylemiyordun!” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, adi bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal; biraz eğlenirsin!” diyecek oluyordu fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki, kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın şevkiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek, kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sade meselenin dışıyla uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu. Kabahat şu sebebi düşünülünce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne kadar aşk ve bağlılık ile geçerse geçsin, beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin beşer kalbinin eskimeye olan kabiliyetinde idi. Ve o kadın, bu acı düşünce ile başını eğip susarken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu. Belki ellinci defa olarak:

      “ ‘Ah, büyük babalarımız!’ diyordu. Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde yaptıkları bağa gelip kapanacaklarına ne olurdu şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi… Sonra bir babanın budalalığı bütün bir aileye irsî bir hastalık oluyor; bütün torunlar gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyorlar… Bağ, üzüm… İşte filoksera hepsini berbat etti ya… Yer, yer değil ki… Bak babam elindeki avucundakini sarf etsin, bu tauna karşı koyabilir mi? Sonra birdenbire köpürerek; ‘Ah bu çöl.’ dedi. Şimdi farz et ki Boğaziçi’nde yahut mesela Adalar’dayız… Deniz yok mu deniz! En sıcak havalarda bile insana can verir! Serin… Mavi… Latif… Hâlbuki burada poyraz çıkacak diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli… Duman, duman… Külhan gibi! Sonra manzaranın dar sınırı, değişmez rengi… Düşün Suat; bir sandalımız olurdu. Sabahları erken yahut akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım… Mehtap olsun olmasın oranın geceleri ne güzeldir!”

      Süreyya söylerken kendini hülyaya kaptırıyor, sahiden orada, denizde imiş gibi zevk duyarak tarif ediyordu. Kocasının yerine düşünen Suat “Mademki bu mümkün değil!” demek istedi. Fakat yine kendini tuttu; kocasının şu havalandığı sırada bu söz, kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu imkânsızlık düşüncesi onu yeniden kızdıracaktı. Bunu Süreyya kendi söyledi:

      “Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil… Çünkü… Çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte bundan! Eğer o istese biz mesut olacağız… Bak, saadetimize ne kadar ehemmiyetsiz bir engel var…”

      Sonra elini kaldırıp görünmeyen bir düşmanı tehdit eder gibi “Ah para!” diye söylendi.

      Hiç olmazsa elli lira lazımdı. “Elli lira!” diyor, sonra meyus olarak “Ve bunu bulmanın imkânı yok…” diye köpürüyordu. “İmkânı yok, elli lira bulmak kabil değil… Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm!”

      Suat:

      “Oh ne iyi olurdu.” diye sevindi.

      Süreyya başını çevirip karısının sevinçle parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti:

      “Ne mesut olurduk Suat, ne mesut olurduk! Hem asıl senin için, vallah bütün senin için istiyordum… Sen söylemiyorsun fakat ben fark ediyorum ki, gelip burada kapanmak seni fena ediyor… Bir kere havasızlık… Sıkıntı… Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım! Hayat, kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi, başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da, kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki, hiçbirinde rast gelmiyorum… Bu öyle bir şey ki, işte bütün endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir sükûn geliyor! Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip ruhumda toplandığını, orada seninle buluşmaktan mesut olarak kaldığını hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki, ben dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım; senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”

      Bunları söylerken hemen dudaklarının yanında duran Suat’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suat, kocasının sözlerini dinleyerek susuyordu. Süreyya bu elin ipek örgüsünü uzun uzun koklayarak bir inilti hâlinde:

      “Ah Suat, dedi, sen de olmasaydın!”

      Genç kadının mesut ve sessiz, sorar gibi bakan gözlerine girerek kalbinden kopan samimi bir sesle:

      “Sen de olmasaydın ölürdüm Suat!” dedi.

      Sesinde bir hüzün ürperişi vardı.

      Suat sessiz, coşkun duruyordu. Kocasının bu coşkun zamanlarında o daima sessiz durur, söylemek istediklerini onun gibi söyleyemediğinden, birdenbire kocasının boynuna sarılmak isteğiyle boğularak, bağlılık ateşlerini susmakla tutarak ezilirdi ve hâlâ böyle